31 Mart 2009 Salı

Marjinal'deki ilk yılbaşı eğlencesi

2001 yılbaşı kutlama yemeğinden bir foto... Sanırım Sanat'taydık. Ben işe başlayalı daha 1 ay filan olmuştu. Asuman Hanım'ın oynadığını görünce çok şaşırmıştım:)

Firuzeee, özledik seni!!!


27 Mart 2009 Cuma

Hamarat Betiş

Geçtiğimiz haftasonu Betişkocuğuma Özgür Alaz'ın Friendfeed'den post ettiği linki göndermiştim. Bugün de mail atıp yaptığı kekin fotoğraflarını yollamış. Çok da lezzetli olmuş:)
Eline sağlık Bettyciğimmm:)

Tarifi merak edenler buradan ulaşabilirler.
Afiyet olsun..

26 Mart 2009 Perşembe

Umut Popstar'da!


Sevgili arkadaşımız Umut'un, Popstar yarışmasına katıldığını öğrendik, çok sevindik. Oylarınızla destek vermenizi umuyoruz.

25 Mart 2009 Çarşamba

Metrobüs


Kadıköy’e yakın bir yere taşınınca Anadolu ve Avrupa yakası arasında 20 yıl boyunca şikayetlerle dolu araba yolculuklarımdan sonra toplu taşımacılığı keşfettim!

O kadar cahil değilim tabii. Mesela, Akbil’i biliyordum. Hemen Akbil aldım ama nereye basılacağını sorarak öğrendim. Bu soruyu sormamı cesur bir hareket olarak değerlendiren Eray’ın yorumu şöyle oldu, “Sizi parçalayabilirlerdi, iyi atlatmışsınız.” :)

İkinci keşfim Metrobüs oldu. Saatte en fazla 30-40 km hızla (yavaşlıkla) gidebilen araçların yanından İstanbul trafiği ölçülerine göre jet hızıyla geçerken gizli bir zafer duygusu kaplıyor içimi. Engelleyemiyorum bu duyguyu, ne tuhaf!

İlk hafta her şeyi soruyordum. Neden Metrobüs (İngiltere/Kıbrıs gibi) ters şeritlerden gidiyor? Duraklar ortada da ondan. (Demek ki tercihli yol sistemine göre tasarlanmamışlar ama biz bir yolunu bulmuşuz mu diye düşünmeli?)

İyi de ben yine de her gün korkuyorum, bu sürücüler bir gün, alışkanlık bu ya, normal şeride giriverseler, o hızla karşı şeritten gelen bir metrobüsle karşılaşsalar ne olacak? Ama herhalde uzun bir süre eğitim almışlardır.

Ama insanların her koşula uyabilecek kadar esnek bir tabiata sahip olduklarını hatırlatan şaşırtıcı bir şey daha görüyorum: Metrobüs yolcuları—hem de hiçbir özel eğitim görmeden—metrobüs duraklarındaki, iniş ve çıkış için birbirinden demir bir tırabzanla ayrılmış merdivenleri de aynı metrobüs trafiği sistemiyle kullanıyorlar. Yani, kalabalık kitleler halindeki insanlar merdivenleri soldan iniyor, sağdan çıkıyorlar. Metrobüs duraklarını terk edip metroya girdiklerinde ise hemen bir “switch mode” marifetiyle “normal” düzende inip çıkıyorlar.

Her koşula uyabilmemiz zihinsel bir çeviklik mi? İyimser bir bakışla bu bana insanın uyum sağlama yeteneğinin çok gelişmiş olduğunu, kitle psikolojisinin de dahil olduğu etmenlerle karmaşık kent koşullarında bile insan beynindeki uyarlama mekanizmalarının otomatik olarak harekete geçebildiğini düşündürüyor.

Biraz daha kuşkucu bakacak olursak da, ezbere yatkın olduğumuzu, bir metrobüs yolculuğu kadar kısa bir sürede (15 dk ile 1 saat arası) sistemi ezberleyip, tekrarlama eğiliminde bir yapıya sahip olduğumuz da iddia edilebilir.

Bilemiyorum. Avrupa yakasında çalışıp Anadolu yakasında oturan biri olarak ben evim ve işim arasındaki mesafeyi 45 dakikada alıyorum. Herkes ne taraftan merdiven çıkarsa ben de o taraftan çıkıyorum.

Şimdi Akbil basıldığında duyulan iki veya üç notalık melodilerinin anlamlarını öğreniyorum. Bu sesler bazen rüyalarıma da giriyor.

İstanbul’u dinliyorum.

Bir gün lazım olur:)

http://www.ipsos.com.tr/ online araştırma kütüphanesi yayında!

yorumsuz:)


23 Mart 2009 Pazartesi

Hip Pop

Bizim oğlan ne zamandır, mp4 istiyordu. Bense sadece mp3 kavramını biliyordum. Meğersem mp5 bile varmış. Neyse sonunda bizi ikna etti ve aldık. Satış elemanı hepsinin aynı olduğunu söyledi, ben onun yalancısıyım. Dün akşam mp3'e nasıl olur da müzik yükleyebilirizi araştırıken Efe ilk istek parçasını söyledi. Ne biliyor musunuz? "Hip pop!" "Anne bana hip pop yükler misin?" Öyle bir kahkaha attım ki Efe de şaşırdı. Düşünebiliyor musunuz? Efe 7 yaşında ve müzik tercihi hip pop - Ceza. Şimdi ailecek Ceza söyleyerek kafa sallıyor, ritm tutuyoruz...

"Plaka yerli-Bak sırtı terli-Çok başı dertli-Vo Vov Vo...Fark var! Aramızda fark var!"

("fark var" gerçekten de aramızda epey bir nesil farkı var (mış) ;p )

20 Mart 2009 Cuma

Bir diyalog


Geçen sene yaptığımız pikniğimizin ardından Apo Bey çok güzel bir poster hazırlamıştı. Geçenlerde Eray'ın eline geçmişti, sonra ben de aldım ve bakıyordum. Önce tabii ki kocaman göbeğime, sonra Umut'un elindeki biraya ve sonra da Asuman Hanım'ın kucağındaki Sait Bey'in torunu Kadir'e. (Dikkat, sıralamam aynen bu şekildeydi)

Ve şöyle dedim; "Ooo, Kadir ne kadar şeker!"
Eray da şöyle dedi; "Yaaa, banane Oğuz daha şeker!!"

Bu yorum karşısında takıldım kaldım, gülsem mi, Eray'ın saftirikliğine ve kocasına bu kadar hayranlığına duygusallaşsam mı bilemedim. Sonra tabii ki kendi de anladı ve çok güldük. Ben en son tövbe tövbe diyerek konuyu kapattım:)

Bu hafta da bu diyalogu Sait Bey'e anlattım. O da şöyle dedi; "Herkesin şekeri kendine!"

Komik insanlarız vesselam:)

18 Mart 2009 Çarşamba

Sosyal Medya İnsanına Nasıl Ulaşılır?

Olay benim doğum günümde hasta olmamla başladı. Sevgili Ercan vatani görevini yaparken beni doğum günümde mutlu etmek ve hasta yatağımda moralimi düzeltmek için bir takım sürprizler hazırlamış:) Tabii ben iki gündür abimlerin salonunda yatmakta olduğum için ve kendisi adresi bilmediği için arkadaşlarımı ve kuzenimi seferber etmiş.

Mehtap'a verilen görev:
Salı günü ofise gelen zarfı alıp akşam Burcuk'a iletmek.

Mehtap ne yapmış?
Marjinal'den
Mojitocu gençliği tanıyan Mehtap, önce Facebook'tan Umut ve Dilek'i bulmaya çalışmış. Benzer isimler olduğu için profil fotolarından tanıyamamış. Bu arada google'dan bizim web sitemizi aramak aklına gelmemiş, o ayrı.
Sonra, "Bunlar Twitter mwitter diyip duruyordu" diyerek hemen
http://www.twitter.com/ girmiş. Bakmış bakmış, sonra üye olmuş. Burcu Kaptan 'dan Umut Ersoy 'u bulmuş. Umut'un soyadını da öğrendiği için Facebook'tan da eklemiş. Bu arada Dilek'in soyadını da öğrenmiş, onu da eklemiş. En sonunda kuzenimi aramış ve o da demiş ki "Aaa bende ofis numarası vardı, sorsaydın ya!"

Haha diye kahkaha patlattım!
Aramızda şu konuşma geçti:

-Olaya bak Mehtap, seni de Twitter alemine soktuk :)
-Birbirinize yazarken başına @ koyuyorsunuz, di mi? :)
-E artık sen de tweet'lersin
-Beni takip eden yok ki! :(
-Sen birşeyler yaz bulurlar seni

Kendisini ekleyelim de moral verelim, ne dersiniz? :)

16 Mart 2009 Pazartesi

İyi ki....

Bu gece çalışırken Funda'nın annesi olan yengem (malum Nina teyzemiz vize izninde olduğundan ve annem de rahatsız olduğundan yanımızda yengelerimiz var!) diğer yengeme dedi ki: "Funda bana bir film seyrettirdi, ilk önce hiç anlayamadım ve tanıyamadım, ama sonra o kadar çok güldüm ki mutlaka sen de bu filmi seyretmelisin." Tabii ben hemen hangi filmden bahsedildiğini anladım. Bilgisayarım önümde çalışıyordum ama hemen kalktım CD'mizi buldum ve "marjinal kızları" ile ünlenmiş Marjinal filmimizi bir kere daha seyrettim, seyrettirdim. Ve sonra bir kere daha... Diğer yengem de çok beğendi. Ama esas ben bir kere daha bu filmi seyredince içime bir mutluluk doldu, içimde bir heyecan dalgası yükseldi ve Kerem'in doğumunun yan etkisi olarak üstümde kalan sulu gözlülüğüm devreye girdi...Salya sümük açtım bloğumuzu ama yazarken de gözlerim doldu, hemen kapatmalıyım artık:(

Sizleri çok ama çok seviyorum, iyi ki hayatımdasınız, iyi ki ben sizlerleyim, iyi ki beraberiz...

İyi ki blogumuz var, dert ortağı gibi alimallah:)

Öpücükler...

Sepet Sepet Yumurta...


Protein, vitamin ve mineral açısından oldukça zengin olan yumurta, özellikle çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimi açısından büyük önem taşır.
Yakın bir zamana kadar marketlerden, bakkallardan torunlara yumurtayı kolayca sağlayabiliyorduk. Bugünlerde torunların sayısı neredeyse Malta'nın nüfusunu geçtiğinden:))) ben de yumurta işine girmeye karar verdim. Ne de olsa bu ihtiyacı güvenilir ellerden temin etmek çok önemli.
Yumurta işlerinin yoğunluğundan uzun zamandır blogdan uzak kaldım Nazlitcimmmm.:))))

Herşeyi Merak Eden Adam Kim?

Tabii ki Oziiiii...
Valla ben seni merak ediyorum Ozii. Çünkü blogta seni göremiyorum. Uzun zamandır boşladın bu alemi. Top 10'lerini özledim. Galiba benden başka kılıbık yok. Ben gittim gideli aday da olmayınca yapmıyorsun bu listeleri.
Hey neredesin Osman Babaaaaa? Gir bir post neşelenelimmmm...

Eleman Aranıyor!!

Sizinle okuduğum bir hikayeyi paylaşmak istedim. O kadar gerçekti ki kısaltmak istedim ama ancak bu kadarına gönlüm razı oldu. Uzun ama okunmaya değer bir kariyer öyküsü:)

“Anne, ayakkabımın tekini gördün mü?” Hayır, o tekini nereden buldun?” diye sordum. Gerçi elindeki ayakkabının yerinin, onun kaybolan eşinin yeriyle yakından uzaktan alakası olmadığını biliyordum.

“Çamaşır sepetinde” diye yanıtladı oğlum.
Çamaşır sepetinde mi? Lütfen, temiz çamaşır sepeti olmadığını söyle.
“Diğer teki için de oraya baktın mı?”
“Elbette” dedi oğlum, “sen beni aptal mı sandın?” ses tonuyla.
Hey, ayakkabısının tekini çamaşır sepetinde bırakan ben değilim. Elbette, evimde suçlu oğlum da olmayabilir. Neyim ben, yahu? Detektif mi?

Şey, evet. Ben kaybolan nesneleri bulurum. Mükemmel sırları çözerim:
“Gümüş servis kepçem, bahçeye nasıl çıktı?”
“Neden çoraplarının biri kırmızı diğeri mor?”

Anne olduğum zaman işlerin bu kadar karmaşık bir hale geleceğini kim düşünebilir? İş tanımında şöyle yazardı: Bir kişi, bir çocuğun fiziksel, sosyal ve ahlaki gelişiminden sorumludur. Sevgi, ilgi, rehberlik ve gerektiği gibi diğer görevleri sağlayacaktır.

Ben çocukken, yetişkinler bana, “Büyüdüğünde ne olmak istiyorsun?” diye sorardı.
“Öğretmen,” derdim. Hiç anne olmayı söylememiştim. Çocuk doğurmanın ne kadar acı verdiğini öğrendiğimde, anneliği “meslekler” listemden silmiştim.
Bir öğretmen oldum. Tek farkı para kazanmıyor olmam. İşimin arasında, dil gelişimi, okumadan zevk alma, matematiksel manipülasyon ve ahlaki gelişim var. Tabii de tic-tac-toe oyununun incelikleri.

Düşündüğüm diğer kariyer yolları, hemşirelik ya da doktorluktu. Ama dürüst olmak gerekirse, hasta insanlarla uğraşmak fikrini semedim. Kim sever ki? Tabi kucağıma defalarca kusan bir çocuğum olduğunu fark ettiğimde, bir de hemşire olduğumu anladım. Görevlerimin içinde, hasta bir çocuğa teşhis koyup tedavi etmek de vardı. Ayrıca ne zaman bir profeyoneli arayacağımı da iyi bilmeliyim:

“Peki, Bayan ...., bugün çocuğunuzun nesi var”, diye sordu hemşire.
“Başı ağrıyor, boğazı acıyor ve biraz önce ayakkabıma kustu” diye yanıtladım.
“Ateşi var mı?”
“Kontrol edeyim,” dedim ve inleyen oğluma uzanıp elimi alnına koydum. “Bizim klasik “anne methodumuza” göre, ateşi 37,5 gibi.” Doktorlar bu ölçümün geçerliliğini göz ardı etse de, benim için gayet başarılı. Aslında, araştırmalarım da bunun işe yaradığını söylüyor!”

Hiç aklıma gelmeyen işlerden biri, böcek yakalayıcısı olmaktı. Böceklerden hele örümceklerden hiç hoşlanmam. Ama oğlum bana korkuyla bağırdığında, dehşetimi hayal edin:
“Örümcek, anne, örümcek! Yaklaşıyor”
Cesur bir şekilde oğlumu kurtarmak için koştum. Kuru üzüm boylarında dev bir örümcek, köşeden bize bakıyordu.
“tamam, tatlım, ben alırım şimdi.” Plastik bir kap aldım ve hıla dev canavarın üzerine kapattım. Sonra, ustalıkla kabın altından bir kağıt soktum ve içerideki korkunç yaratığı ters çevirdim. Oğlum kapıyı açar açmaz, kapsülü bahçeye attım. Güvendeydik.

Çalışmayı seçtiğim bir konu, pazarlamaydı. Ama öğrendiklerimi kendi çocuğum üzerinde uygulayacağım hiç aklıma gelmezdi. Ancak anne olmak, bir ürünü nasıl pazarlayacağını bilmeyi gerektirir:
“Öğle yemeği için sosis ve fasulye ister misin?” diye sordum oğluma.
“Hayır, hayır, hayır,” diye yanıtladı. “Ben onları sevmiyorum.
Elbette seviyorsun, diye düşündüm. “Peki fasulyeciklere ne dersin?”
Cevabı “Evet” oldu.

Bu işlere ek olarak şoför, hizmetçi, aşçı, danscı, danışman.....liste uzayıp gidiyor. İş tanımımın “gerektiği gibi diğer görevler” yazmasına şaşmamalı. Eğer bunları Tanrı listeleseydi, kim alırdı bu işi? Ve her ne kadar ben bu göreve, diğer tüm anneler gibi körü körüne gelmiş olsam da, bu işi, dünyadaki başka hiçbir işle değişmezdim.

15 Mart 2009 Pazar

Güneşi Gördüm

İçimizden birilerini, hergün yüzlerine baktığımız ama görmediğimiz birilerini anlatıyor film.
İstanbul!.. Koca bir şehir, dipsiz bir kuyu.... Kalsan dert, çıkıp kurtulsan dert.
Bildiğimiz senaryo, bizim de hergün içinde olduğumuz ama karakterlerle aynı karede oynamadığımız bir film.
Güzel yapıt ortaya koymuş Le Le Mahsun, iyi anlatmış amcalar. Güzel oynamış anneliği teyzeler, ablalar.
Ağlamamak mümkün değil.

Derin, gerçek, duygulu bir film!

İzleyin...

14 Mart 2009 Cumartesi

Fethiye'den Mektup

Cennetten merhaba
Yağmur yağar şakır şakır
Sonra güneş açar
Mis kokar toprak
Özlemişim, çocukluğumu hatırlatır bu koku
İstanbul gibi hava kapamaz günlerce
Hayat verir insana açan güneş
İçimden döküldü birden, burada hayat var ey dostlar!
Hepimiz iyiyiz bizi merak etmeyin
Sevgili Asuman Hn, açmalı bir ofis Fethiye'de
Marjinalli gerek buraya
Terapi almak isteyen gelir çalışır fena mı
Şiir de burada biter:)


Hepinizi öpüyorum:)

11 Mart 2009 Çarşamba

Son Savaş Altın Örümcek'te Finalde

Arkadaşlar duyduk duymadık demeyin. Müşterilerimizden Cetech'in Son Savaş isimli oyun sitesi Altın Örümcek ödüllerinde finale kaldı!!!!!!
Şu anda halk oylaması devam ediyor....Sonucu heyecenla bekliyoruz...

10 Mart 2009 Salı

Nadya Neden Rejim Yapıyor ??? :)

Aşağıdaki seçeneklerden sizce hangisi?

A) Kilo aldığı için
B) Formunu korumak için
C) Sağlıklı beslenmek için
D) Evlilik hazırlığı yaptığı için

BebeKolik Marjinal'in Bebeklerine Küçük bir Hediye..

Bir varmıııııış, bir yokmuş,
Kolik diye bir bebek hastalığı varmış!!... Bebekler durduk yere saatlerce ağlıyorlarmış... Sonra müziği, mızrabıyla masala dönüştüren bir müzisyen, bu tatlı ve ağlak bebekleri susturmanın bir yolunu bulmuuuuş :) Onlar için güzel bir albüm yapmış. O günden sonra bütün yeni doğmuş minik bebekler huzurlu uykularına dalmışlar ve uyandıklarında etrafa gülücükler saçmışlar..
Bu masal da burada bitmiş...

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=224584

6 Mart 2009 Cuma

Kuzucuklarım

Okumak için tıklayınız :)

Ayşe Bilge ve Zülfü Dicleli'den Marjinal Kadınlarına!

Sevgili Asuman Hanım
Şahsınızda bütün Marjinal kadınlarının 8 Mart'ını kutlarız.

Ayşe Bilge + Zülfü Dicleli

Gerçek Hikaye


Gençlik ve serdeki hafif anarşistlik... 1968 olimpiyatlarında 200 metrede altın ve bronz madalya kazanan Amerikalı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos'un siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde posteri yıllarca hayal dünyamızı ve asıl oda duvarlarımızı süslemişti. İtiraf ediyorum ki, Aynur Çağlı'nın o muhteşem haberini okuyana kadar aynı karede önde duran, gümüş madalyalı Avustralyalı beyaz atlete hiç dikkat etmemişim. Adı Peter Norman imiş... İşte bu atlet geçen hafta öldü. Haberin ve konunun tekrar gündeme gelmesinin sebebi budur. Gelelim hikayeye... Mexico City'de 200 metre finali koşulmuş. Amerikalı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralyalı (beyaz) Peter Norman kazanmış. Madalya töreni için bekledikleri sırada, Carlos, Peter Norman'ın yanına gelerek sormuş:- İnsan haklarına inanıyor musun?- Evet, inanıyorum.- Peki ya Tanrı'ya?- Bütün kalbimle..Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındaki eylem planını açıklamışlar, Norman tereddütsüz katılmış:- Ben eyleminizi destekleyeceğim, bana ne yapmam gerektiğini söyleyin!İlk defa, o günler için müthiş bir provokasyon hatta devrim sayılacak bir eylem planlıyor iki genç adam: Amerika'daki ırk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirliği ve ikinci sınıf vatandaşlığı protesto edecekler... Ama nasıl? Fikir Norman'dan geliyor: bir çift siyah deri eldiven buluyorlar, sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçiriyor; fakirliği sembolize etmek için çıplak ayakla kürsüye çıkıyorlar, başları kederle öne eğik, sıkılı yumruklarını havaya kaldırıyorlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanışmasını göstermek için kalbinin üstüne 'İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi'nin kokartını iğneliyor. Amerikan milli marşı çalarken plan icra ediliyor ve eylem koyuluyor. Ve tabii (hatırlıyorum) dünya birbirine giriyor. Amerika ayağa kalkıyor. Olimpiyatlar bile gölgede kalıyor, dünya gazeteleri yumrukları havada siyah atletlerin fotoğrafını birinci sayfadan veriyor... Amerikan Olimpiyat Komitesi iki siyahın spor kariyerini o saniye bitiriyor. Eylem amacına ulaşmış, Amerika'daki zenci azınlığın durumu dünya gündemine girmiştir. Smith ve Carlos spor hayatlarını (ve buna bağlı olarak geleceklerini) feda etmişler ama dünya tarihine geçmişlerdir. Dünyadaki yüz milyonlarca ezilmiş siyahın ilahı haline gelmişlerdir. Peki ya Avustralyalı beyaz Peter Norman? Meslektaşım Aynur'un anlattığına göre, Norman'ın da hayatı kararmış. Tommie Smith diyor ki: "Peter, bir beyazdı. O günlerde siyahların haklarını savunma cesareti gösteren, onurlu ve belkemiği sahibi beyaz çok azdı. Peter, Avustralya'ya döndüğünde kimse yüzüne bakmadığı gibi, herkes tarafından yargılandı. Onun da atletizm kariyeri bitti, spor çevrelerinden dışlandı. Tehditler, işsizlik ve tecrit nedeniyle öyle sıkıntılı günler yaşadık ki, üçümüzün de ilk evliliği sona erdi." Avustralya Devleti Norman'ı ölene kadar affetmemiş ama... Norman intikamını mezara götürmüş: 1968 Olimpiyatları finalinde ikinci olurken kırdığı 200 metre Avusturalya rekoru hâlâ, 38 yıl sonra kırılamamış. Ölene kadar süren 'eylem kardeşliği' İki amerikalı ve bir Avustralyalı 'lanetli' atletin o gün başlayan 'eylem kardeşliği' ve dostlukları ömür boyu sürmüş. Aradan geçen 38 yıl boyunca, yazışmışlar, buluşmuşlar, görüşmüşler. Ta, geçen hafta, Peter Norman evinin bahçesinde kalp krizi geçirip 64 yaşında ölene kadar.
Ve şimdi, aşağıdaki fotoğrafa iyi bakın:
Melbourne'de yapılan cenaze töreni. 'Onurlu beyaz atlet' Peter Norman'ın tabutu, Tommie Smith (solda) ve John Carlos'un omuzlarında!

Üç 'eylem kardeşi' son kez omuz omuza...

4 Mart 2009 Çarşamba

Hoşçakalınnn:)


Attaya gidip geleceğiz. Döndüğümüzde görüşmek üzere. Herkese sevgiler:)

Pandaaa...


Pandaaaaaaa..... from kucukkiz on Vimeo.

23 yıl öteden ve 14854 km uzaktan elime yeni ulaşan, varlığından dahi birkaç gün önce haberdar olduğum, beni hem kahkahalarla güldüren, hem de gözlerimi yaşartan bu ufaklığı sizlerle tanıştırmak istedim...

Not: Pandaaaaaa kısmını geri sarıp arka arkaya üstüste dinlediğinizde daha da komik oluyorrr... :)))))