29 Haziran 2011 Çarşamba

Edibe...





1 Ocak 2008. Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde yüksek lisans yapan arkadaşım Seher, kahvaltıda sohbet ederken, "Bu kadar edebiyatla ilgilisin, sen neden yüksek lisans yapmıyorsun?" dedi. "Benden geçti, bu kadar zaman sonra okula mı gidicem? Dersti, sınavdı, uğraşamam" dedim. "Bunun yaşı mı olurmuş? Hadi sen de yap!" diye ısrar edince, "E, peki bir şansımı deneyim" dedim. İki tane test kitabı alıp haftasonları eski ALES sorularını çözerek hazırlanmaya başladım. Üstünden (kaç olduğunu söylemeyeceğim!) yıllar geçtikten sonra yeniden bir sınava hazırlanıyor olmak keyifliydi de, olur da kazanamazsam eşe dosta mahcup olmamak için kimseye (annem-babam dahil) söylemedim. Mayıs 2008'de ALES'e girdim. Tıpkı yıllar önce ÖSS'de olduğu gibi bir hafta öncesinden sınav yerine baktım filan... Yani herşeyin hakkını verdim, gereğini yaptım! :) Ayıptır söylemesi, kendimi de şaşırtan, oldukça iyi bir puan aldım. Sıra okula başvuru yapmaya geldi. Eğitim mentorluğumu yürüten Seher, "Puanın çok iyi, İngilizcen de var. Sen Bilgi'ye başvur" diye buyurunca ben de Bilgi Üniversitesi'ne yöneldim. Tabii yıllar içinde herşey değişmiş, gelişmiş, başvurular internet üzerinden yapılır olmuş... En komik kısım da referanslar bölümüydü. Malum, yüksek lisans başvurusunda referans mektubu istenir. Bunca zaman sonra eski hocalarımdan referans istemek - hem de tamamen konumun dışında bir bölüm için - çok tuhaf olacaktı. Atölyesine katıldığım yazardan mı yoksa yine bir yazar olan Fransızca hocamdan mı istesem diye düşünürken, bölüm asistanı benim için gerekli olmadığını söyledi! :)

Başvuruyu tamamlayıp iki aşamalı bölüm sınavı için çalışmaya başladım. İlki teori sınavıydı. Tavsiye edilen birkaç kitabı yaz tatilim sırasında okudum. Sınav günü erkenden -ilk defa- okula gittim. Kendimce şöyle düşünüyordum: "Karşılaştırmalı Edebiyat çok niş bir konu, iş sahası da pek yok. Ayrıca Bilgi de özel ve pahalı bir okul, 10 kişiden fazla başvuran olmaz, yazılı sınavı geçersem mülakatta işi bağlarım." Yanılmışım! Sınıf ağzına kadar doluydu, yan sınıflardan sıra taşıdılar! 40'tan fazla genç, yeni mezun aday seçilmek umuduyla gelmişti. Sonra sorular geldi. 3 tane konu başlığı içinden biri seçilerek yazı yazılacak (ingilizce), yine 3 şiir içinden biri seçilip çözümlenecek. Sorulara baktım. Dedim, buraya kadarmış! :) Sonra yiğitliği kaptırmamak için anladığım tek konu başlığı ile ilgili birşeyler yazdım. Şiirde de William Wordsworth'ünkini çözümledim. İyi tutturmuş olmalıyım ki yazılı sınavı geçen 22 kişinin arasında ben de vardım!

Akabinde yapılan mülakatta ilk ben girdim hocaların yanına. Masanın etrafına dizilmiş 6 hoca ve masa başında ben! Sağ yanımda oturan bölüm başkanı Murat Belge "Demek İşletme mezunu öğrencimiz sizsiniz, neden edebiyat?" diye sorunca, başvurumun hocalar arasında ilgi (ve şaşkınlık) yarattığını anladım. Velhasıl mülakat, benim niye edebiyat okumak istediğim, çalışırken bunu nasıl becereceğim etrafında, ve bence iyi geçti.

Sonucu Ankara'da öğrendim. Mülakat sonucu seçilen 13 kişiden biri olarak Ekim 2008'de yeniden üniversite sıralarına döndüm. Tabii ki kolay olmadı. Okunması gereken yığınla makale ve kitap, yazılmayı bekleyen ödevler, sınavlar iki sene boyunca iş dışındaki tüm saatlerimi aldı. Bazen aldığım dersler mesai saatlerine denk geldi. Sevgili "patronumuz" Asu'nun anlayışı sayesinde onu da hallettim. Geçen yaz o sıcaklarda, 2 ay boyunca cumartesi-pazar günleri, sabah 9 akşam 6 işe gider gibi Starbucks'a gidip tez yazdım. Zaman zaman sıkıldım, bunaldım, daraldım, hatta vazgeçme noktasına geldim, ama anne-babamın, Amerika'daki kardeşimin sürekli telkin ve motivasyonlarıyla devam ettim. Ağustos ortasında jüriyi de geçerek okulu tamamladım.

Ve bu maceranın son noktasında, dün akşam gerçekleştirilen mezuniyet töreniyle İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nden yüksek lisansımı aldım!

Shakespeare ne demiş? "All is well that ends well!" (sonu iyi biten herşey iyidir)

27 Haziran 2011 Pazartesi

Tamtamlar gezmeye devam ediyor

Dün Nevra ile Eray'ların Lüleburgaz'daki evlerine gittik. Belki de çocukların hayatındaki en güzel gündü:)

Anne ve babasının misafirperverliğinin yanı sıra bizlere sundukları bahçe, doğal hayat, hayvanlar vs paha biçilemezdi... Kedi, köpek, civciv, tavuk, inek ve koyunlarla ilk defa bu kadar yakın oldular ve nasıl mutluydular. Bazen ellerinde bir rüzgar gülü, bazen bir kedi, bazen bir civciv, bazen bir dondurma...

İlk defa ağaçtan kiraz, yerden çilek topladılar, resmen dalından yediler, çocukluğumuzda çok sıradan olan ama şimdilerde bir fantezi olan bu durumu bizzat yaşadılar.

Açıkçası hepimiz kendimizi kaybettik, bir an kendimi "Bugün ayın kaçıydı, yarın toplantımız var mıydı?" diye sorarken buldum.

Unutamadığım anlar ise Dila'nın Burçak Tarlası'nı söylemesi ve Beren'in akşam gitmeyelim diye ağlamasıydı.

Velhasıl çok güzel bir gün geçirdik ve çok mutluyduk, Eraycım, korkarım en kısa sürede yine gelebiliriz ve kızlar yine seni yere yatırıp üzerinden zıplayabilirler:)











CEO'ya Çağrı!

Her hafta ekibi toplayıp rakıya, şaraba götüren CEO'muz bi güzellik yapıp, bizi Edirne'ye de götürür herhalde?

24 Haziran 2011 Cuma

Bilişim Muhabirleri Pikniği'nden Anılar



Oradaydık!

İki gün önce arkasından su dökerek uğurladığımız Ezgiciğimizin nikahı için küçük toplantı odasındaydık.

Evet, yanlış duymadınız, Ezgi'nin İzmir'deki nikahına biz de toplantı odasından katıldık!

Her ne kadar "telefona tapan bir grup insan" gibi görünsek de, aslında şahitler huzurunda evet diyen Ezgi'nin nikah masasına koyduğu cep telefonuyla canlı yayında nikah takip eden Marjinal bir grubuz.

Bi saniye ya, Ezgi, sen neden gittin ki, buradan da olurmuş bu iş aslında?!

23 Haziran 2011 Perşembe

Kod Adı G.C.

Nazlı'nın mesajıyla haber aldık ki Gülşenciğimiz bel problemiyle hastanede yatıyormuş. Neyse ki hastahane gerekli hazırlıkları yapmış, tüm kaynakları seferber etmiş. Yastık, çarşaf bile özenle Gülşen için hazırlanmış. :)
İçimiz rahat! İyi haberlerini bekliyoruz Gülşencim.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Gelin Olmuş Gidiyorsun...

Sevgili arkadaşımız Ezgi Kızmaz, 24 Haziran'da baba memleketi İzmir'de dünya evine girmek üzere dakikalar önce ofisimizi terk etti.

Biz yine de vatandaşlık görevimizi yapıp "emin misin, son kararın mı" diye sorduk, baktık ki çok kararlı...

Ayakkabısının altına yazması için "talep edenlerin" isimlerini içeren top secret listeyi eline tutuşturduk, arkasından su döküp uğurladık.

Şimdiden bir ömür boyu mutluluklar diliyoruz!

20 Haziran 2011 Pazartesi

Rakıyı da Şaraba Katalım mı Vay Vay...

17 Haziran Cuma akşamı, bir grup Marjinalli olarak kendimizi meşhur Balıkçı Sabahattin'e attık.




2 büyük rakı fondipleyip, çok sayıda ve tarifsiz lezzette mezeyle ortaya söylediğimiz bir büyük tabak balığı enfes salata eşliğinde yerken, ne yalan söyleyeyim kendimi Vedat Milör gibi hissettim.


Kendimi övmek gibi (!) olmasın ama, üstüne gelen tatlılarla "golden shot" denemesine imza atan gecenin en cesur karakteri olarak öne çıktığımı düşünüyorum. Bakınız aynı çatalda helva, dondurma ve incir tatlısı nasıl da ahenkle dans ediyorlar...

Gelmeyenlerin çok şey kaybettiği gecede, son dakika golümle kanlarına girdiğim Özgür, Gamze ve Avi'yle Taksim'e devam ettik.


Hayata bu gözle bakmak isteyenler, bir daha organizasyonları kaçırmasın derim!



"Çok dilli" hizmet anlayışı ile göz dolduran Balıkçı Sabahattin'e en kısa zamanda yine ve daha kalabalık bir grupla gidebilmeyi ümit ediyoruz.

PLOP!!


















PLOP! başlığını yazdım çünkü bu akşam beni hem çok duygulandırdı hem de çok sevindirdi. Burada bu anımı paylaşacak kimsem olmadığından hemen size yazmak istedim.
Kerem ile neredeyse doğduğu günden beri her akşam yatmadan önce kitap okuyoruz. Okula başladığı günden beri de okuldan her hafta evde okunmak üzere gönderdikleri 4 kitabı okuyoruz. Ama bu akşam Kerem dedi ki " anne önce ben okuyacağım sonra sen okursun". Peki dedim ve her zaman ki gibi hikayeyi aklında kaldığı kadarıyla bana resimlerinden anlatacak diye beklerken tüm kitabı tek bir kelime atlamadan ve parmağı ile takip ederek okudu. Nasıl oldu ve nasıl başardı şu anda bilmiyorum ama o kadar heyecanlandım ve aynı anda da o kadar duygulandım ki o dakikada ne yapacağımı şaşırdım. Bir taraftan ağladım, bir taraftan sarıldım, bir taraftan öptüm... Tabi benim karışık duygular içindeki hareketlerimi çocukcağız biran da anlayamadı ama neyse açıklama yapınca o da anladı tabi. İşte kitabın satırları:




Little frog can see the flowers.


He can see the dragonfly.


He can see the ducklings.


He can see the fish.


Can he see the big bird?


Yes, he can.



Buraya geleli 4 ay, Kerem okula başlayalı ise neredeyse 3 ay olacak. Bu kısa zamanda öğrendiği İngilizce çok güzel. Bazen bizim kelimelerimizi düzeltiyor (çok bilmiştir ya!). Tabi biz artık malesef Kerem'in yanında gizli konuşmak istediğimiz şeyleri ingilizce söyleyemiyoruz, kaş göz işaretleriyle birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. İşin zor tarafı ise Türkçe'yi unutmamasını sağlamak. Buradaki tüm çocuklar okula başladıktan 6 ay sonra Türkçe konuşmayı bırakmışlar. Aileler Türkçe konuşuyor ama çocuklar İngilizce cevap veriyor. Umarız biz bunu yaşamayız.


Gelelim diğer haberlere...


Bizim ev tam bir öğrenci evi oldu. Ben de bir dil okuluna başladım. Yaptığım araştırmalardan sonra anladım ki ön vatandaşlık onayı olmadan fulltime çalışma iznim olsa da ciddi bir işe girmem zor görünüyor. Sevgili Hintli ve Çinli dostlarımız sağolsun tüm vatandaşlık kotalarını doldurmuşlar ve ellerindeki tüm kartlarını da fazlasıyla oynamışlar. Hükümet bu duruma illallah edip tüm koşulları iki kere değiştirdi. Dolayısıyla kurunun yanında yaş olarak biz de aldık payımızı:( Neyseki başka çareler ve yollar da var. Şimdi diğer bir yoldan başvurumuzu yapacağız. Umarım herşey iyi gider. Ben de bu arada boş durmayayım da bir kursa gideyim bari dedim. Böylece evde 3 öğrenci olduk...


Geleli 4 ay oldu ama çok uzunnnnnnn yıllar geçmiş gibi geliyor bana. Hemen hergün sabah okula giderken web sitesindeki bültenlere ve blogdaki yazılara veeeee tabi ki Murti Abi'nin haber özetlerine bakıyorum. Hepinizin ellerine sağlık, hepinizi çok özledim.


Resimler için not:

* Artık saçlarım kısacıkkk:( Çünkü temiz hava iyi gelmedi, sürekli dökülüyor..


* Kerem'in seçip okuldaki kermesten aldığı ilk "Anneler Günü" hediyem


* Veeee bir hız canavarıııı:)


"TÜM BABALARIN BABALAR GÜNÜ KUTLU OLSUN"

17 Haziran 2011 Cuma

“Baba denen” değil “baba olanlar”a…

Herkesin bildiği gibi, 19 Haziran Babalar Günü olarak kutlanacak.
Günlerdir dört bir yandan “Babalar Günü” diyen reklam, duyuru, ilan ve kampanyalar bir yana, “baba” aslında hep aklımızın derinliklerinde yer etmiş bir kavram değil mi?

“Babamla aram iyi işte…” diyen duydunuz mu hiç? Hep en uçta değil midir onlar?
Ya tapar ya da nefret etmez miyiz? Ya aşık ya da düşman değil miyiz babalarımıza?

Babalık bence annelikten daha zor.
Çünkü annelik kadınlara doğuştan hediye edilmiş.
Bir kadın hem ruhuyla hem de bedeniyle anne olmak ister.
Ruhu istemese, bedeni sıkıştırır.
Bedeni istemezse kadının içi gider, ruhu yaralanır.

Oysa babalık, a’dan z’ye bir “ruh” işidir.
Ruhunuz yoksa ya da hatırlamadığınız bir yerlerde kaybettiyseniz, size baba denir belki ama, nüfus kaydındaki sıfattan öteye gidemezsiniz.
Bir zamanlar baba gibi davranıp sonra sıkılabilir ya da zorla kucağınıza konan bir çocuğa babalık etmek zorunda kalabilirsiniz.
Kendinizi baba gibi hissetmiyorsanız, yüzünüzden okunur. Hem de ilk okuyan, çocuklarınız olur.

Babalık aslında kendi işinin sahibi olmak gibidir.

Tıpkı patronlarınki gibi, istediğinizde çıkıp gidebilme özgürlüğünün getirdiği büyük bir sorumluluk vardır babalığın arkasında.

Herkes “patron” olmak ister. Ama bu yükün ağırlığını sadece gerçek patronlar bilir. Kapı oradadır. Ama siz gittiğinizde olacak her şey döner dolaşır, sizi etkiler.

Gerçek babalar, seçtikleri bu “özgür”lüğün yükünü kimseye çaktırmadan taşırlar sırtlarında. Kan bağı olması gerekmez.
Babalar ağlamaz.
Babalar yıkılmaz.
Babalar bilir.
“Baba bedduası alma sakın” der eskiler. Tutarmış.

Pazar gününü gerçekten baba gibi geçirecek tüm yeni, eski ve müstakbel babaların gününü şimdiden kutlarım.

Babası hayatta olmayanlara sabır diler, gerçek babaların her şeyi gördüğünü, sizleri bir yerden izlediklerini ve güzel hatıralarınızı düşünerek mutlu olmanızı isteyeceklerini hatırlatırım.

Diğerleri, sanırım kimle dertleşeceğinizi biliyorsunuz artık :)

Her Fotoğrafın Bir Hikayesi Vardır Part II

Mehmet Turgut fotoğraflarının hikayelerini merak ediyorsanız tıklayın:)

Türkiye’de Her 4 Kadından 1’i Migren Hastası





Başağrısı ve Ağrı Çalışmaları Derneği’nin desteklediği ve Pfizer Türkiye tarafından hayata geçirilen “Migrene Son Hayata Devam” Hastalık Bilinçlendirme Kampanyası, 16 Haziran’da düzenlenen toplantıyla başlatıldı. Kampanya www.migreneson.com adresinden yürütülüyor.


Basın toplantısına katılanlar, hem meslekleri gereği hem de kendilerinin ya da en yakınlarının migrenli bir hasta olması nedeniyle oldukça interaktifti.



Her 6 kişiden birinde, her 4 kadından birinde migren görülüyor ve hastalarda yıllık ortalama 12 günlük iş kaybına neden oluyor. Görülme sıklığı çok yüksek olmasına rağmen Türkiye’de ve dünyada migrenin teşhis oranları oldukça düşük. Türkiye’de migren görülme sıklığı %16,4 ve ülkemizde toplam 8 milyon migren hastası bulunduğu tahmin ediliyor.

Kampanya internet adresi:
http://www.migreneson.com/


Kampanya Facebook adresi: www.facebook.com/MigreneSon


Kampanya Twitter adresi: www.twitter.com/migrene_son

14 Haziran 2011 Salı

12 Haziran 2011 Pazar

Eski Dostlarla Karşılaşma

Seçim sağolsun, bizleri Nişantaşı'nda karşılaştırdı.

Not: Fotoğrafı çeken İzi Kohen

9 Haziran 2011 Perşembe

Bizi Terk Edip Üst Kata Taşınan Serpil'in Arkasından

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun, etme
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun, etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun, etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme

..........

Mevlana Celaleddin-i Rumi

8 Haziran 2011 Çarşamba

Gökçe, Conan Marka Pastası İle Ziyaretimize Geldi


Bir fotoğraf hastası diğer fotoğraf hastasına ne hediye alır? Tabii ki Conan marka pasta! Sağolasın Gökçe!

7 Haziran 2011 Salı

Çalışan Kazanır, Elması Kızarır

demiş atalarımız... Aslında annelerimiz ve ilkokul öğretmenlerimiz de demiş olabilir, net hatırlayamadım.

Okuma aşkıyla yanıp tutuşan Marjinallilerden biri olan sevgili Uzay'ın, gecesini gündüzüne katarak (ve hıncını Twitter'dan, yeşil erikten, kapanan göz kapaklarından çıkartarak) Galatasaray Üniversitesi'nde devam etmekte olduğu İletişim Stratejileri ve Halkla İlişkiler yüksek lisans programında gösterdiği üstün çabayı yakinen takip etmekteydik. Aynı zamanda nişanlı olan sevgili Uzay, "koca - yüksek lisans - kariyer" üçlüsünde eş zamanlı performansla göz doldurmaktaydı. (Bu da benim triatlon anlayışım)

Güzel kızımızın tezini teslim etmesinin ardından, elmasının kızardığına, kırmızı kurdeleyi bileğinin hakkıyla kazandığına karar verdik.

Tüm okuyucularımızın huzurunda kendisine başarılarının devamını diliyor, daha nice kızarmış elmaların, yeşeren dallara, dallarda fidana, fidandan ağaca, ağaçtan ormana...
Tebrik ediyoruz yani.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Tamtamların Buluşması

Geçtiğimiz Cumartesi günü Asuman Hn, Yasemin ve Nevra olarak uzun yıllardır birlikte çalıştığımız Işık Deliorman Aydın'ın evine konuk olduk. Işık Hanım'ın samimi ve sıcak ev sahibeliğinde çok keyifli bir gün geçirdik. Eski günleri andık, geleceğe dair umutlarımızı paylaştık. Yasemin ile birlikte kendisinden özellikle annelik tecübelerini can kulağı ile dinledik. Şanslıydık çünkü hava da çok güzeldi. Sanırız bu şans biraz da fotoğraftaki iki minik bızdık şerefineydi!
Bir zamanlar Bebek Aydın ve Bebek Tirün olarak adlandırdığımız minik fasülye tanelerimiz büyümüşlerdi, Dila ile Beren olarak ilk gerçek arkadaşlık tecrübelerini yaşıyorladı. Birlikte koşturmanın, oyuncak fırlatmanın, hoplayıp zıplamanın yanında resim faaliyetine dikkat kesilmeleri de cabası... Ha bir de bahçenin en ücra yerine gidip oradan bizim bulunduğumuz alana doğru dönüp "Asuuu, Assuuu" diye bağırmalarını ve Asuman Hn'ı yanlarına oyun arkadaşı olarak çağırmalarını da bu satırlara eklemek gerek...
Evden ayrılırken ise kapıda bizi uğurlayan köpüş Canki'yi sevmeler, öpmeler, sarılmalar... Bizlere "tam çocuk oldular" dedirten hareketlerdi...
Işık Hanım'a, Canki'ye ve de Asuman Hn'a bu iki miniğin keyfine keyif kattıkları için çok teşekkürler.

3 Haziran 2011 Cuma

Her Zaman Ne Güçlüsün!

Behiye Sultan'ım sen tanıdığım en özel insanlardan, en güçlü kadınlardan birisin.

Kötü günler geçiriyorsun, ama her zamanki gibi çok güçlüsün ve pozitifsin. En kısa zamanda bugünleri atlatacaksın...

Seni çok seviyoruz!



Nice Yıllara Eyüp Sabri Tuncer!

Dün akşam Eyüp Sabri Tuncer'in Mithat Bereket ve Fahir Atakoğlu imzalı "Cumhuriyetin Kokusu" isimli belgeselinin gala gecesindeydik.

88 yıllık bu köklü firmaya çok daha uzun yıllar diliyoruz...