26 Şubat 2013 Salı

Salı sallanır!

Bugün KAGİDER'in şubat ayı kahvaltı toplantısında, "liderlik pozisyonlarında kadın olmak" tartışıldı. Bu işin teknik kısmı.

Bir de duygusal kısmı vardı: 
Onca KAGİDER etkinliği gördük, bir sefer şöyle poz veremedik, Murtaza Gürler'e bizi ihmal etmediği için özel teşekkürlerimizle!


KAGİDER'den Nuray Özbay'a da modelliği için teşekkürlerimizle :)



22 Şubat 2013 Cuma

Bayinizden ısrarla isteyiniz :)

 
Nurdan yazdı, Radikal Kitap bastı! Bayinizden bugün ısrarla isteyiniz!

Sebiha'dan haber var:)

Arkadaşlar,
Sebiha hanım herkese selam söyledi.:) İyimiş. Kerem, büyümüş ikinci sınıfa gidiyor.



20 Şubat 2013 Çarşamba

17 Şubat 2013 Pazar

13 Şubat 2013 Çarşamba

Kanser İle İlgili Önemli Bir Makale




Her doktor öğrenciliği sırasında Otto Warburg'un buluşunu öğrenir. 1930'lu yıllarda Warburg kanserin en temel biyokimyasal sebebini, yani sağlıklı bir hücreyi kanser hücresinden ayıran şeyin ne olduğunu bulmuştur.

Bu, o kadar önemli bir buluştur ki, Otto Warburg'a Nobel Ödülü kazandırmıştır. Otto Warburg'a göre kanserin bir temel sebebi vardır.

Bu da, vücudun normal hücrelerinin oksijenli solunumunun, oksijensiz -anaerobik- hücre solunumuyla yer değiştirmesidir.

Warburg'un buluşu bize başka neleri anlatmaktadır?

Birincisi, kanser, normal hücrelerden çok farklı bir biçimde metabolize olmaktadır. Normal hücreler oksijene ihtiyaç duyar; kanser hücreleri oksijenden kaçınır. Hiperbarik oksijen terapisi alternatif kanser tedavisi uygulayan kliniklerde kullanılan bir yöntemdir.

Bu buluşun bize anlattığı başka bir şey de, kanserin bir mayalanma (fermantasyon) süreciyle metabolize olduğudur.

Kanserin metabolizması normal hücre metabolizmasından 8 kat daha büyüktür. Yukarıda söylediğimiz her şeyi birleştirirsek ortaya şu tablo çıkıyor:
Vücut, kanseri beslemeye çalışırken mütemadiyen kapasitesinin üstünde çalışır. Kanser devamlı açlıktan ölmenin eşiğindedir ve vücuttan kendisini beslemesini talep etmektedir. Besin alımı kesilirse kanser açlıktan ölmeye başlar. Tabii kendisini beslemek için vücudun şeker üretmesini sağlayamazsa...

Proteinlerden şeker Bu ziyan sendromuna kaşeksia (cachexia) denir. Kaşeksia vücudun proteinlerden (evet, doğru duydunuz, karbonhidratlardan veya yağlardan değil de, proteinlerden) "glükoneogenez" (yeniden glükoz yapımı) işlemiyle, şeker elde etmesidir. Bu şeker kanseri besler. Vücut sonunda, kanser hücresini beslemeye çalışırken kendisi açlık çeker.

Şimdi, kanserin şekerle beslendiğini öğrenmişken, onu şekerle beslemek mantıklı geliyor mu size? Yani karbonhidratlardan zengin bir diyet uygulamak?

Bugün, kansere karşı uygulanan birçok besin terapisi mevcuttur (işe de yaramaktadırlar) çünkü günün birinde birisi şeker ve kanser arasındaki bağlantıyı görmüştür. Bu terapilerde, karbonhidratlar bakımından zengin gıdalara izin verilmez. Terapilerin hiçbirinde şekere de izin verilmez çünkü şeker kanseri beslemektedir. Peki doktorunuz bu gerçekleri size neden söylemez? Kim bilir? Belki doktorunuz kanseri tedavi edecek kişinin siz değil, kendisi olduğunu düşünmektedir. Belki Otto Warburg'un buluşunu duymuştur ama geri kalan parçaları tamamlayamamıştır. Belki de beslenmeyle ilgili hiçbir şey öğrenmemiştir. Aslında 1978'e kadar ABD'nin resmi kuruluşlarından biri, beslenmenin kanserle bir ilgisi olmadığını iddia etmekteydi!! !! Kanser ve şeker bağlantısından haberdar olanlar ise, dikkate değer terapilerle ortaya çıktılar. Bunlardan biri 'Laetrile'dir. Kaşeksialı hastaların yüzde 50'den fazlasında glükoneogenez sürecini durduran hidrazin sülfat bunlardan bir diğeridir.

Bugün, Minnesota Üniversitesi kemoterapi alanında bir "akıllı bomba" üzerinde çalışmaktadır. Akıllı bomba diyebileceğimiz ilacın üzerinde bir kaplama vardır. İlaç, vücutta oksijensiz bir bölge ile karşı karşıya geldiğinde bu kaplamayı üzerinden atar. Kanseri yok etmek için kemoterapiyi serbest bırakır. Çünkü, vücutta oksijensiz tek alan, kanserli bölgedir. Kanser hücresini aç bırakmaya çalışan besin terapileri de vardır. Kanserin ne sevdiğini bilen hasta, bunları yemekten kaçınır.

Kanser, çiğ yiyeceklerdense, pişmiş yiyecekleri sever. Pişirme işlemi, besinlerdeki enzimleri ve vitaminleri yok etmektedir. Bir de, kanserin şeker sevdiğini aklınızdan çıkarmayın. Kanserinizi sevmiyorsanız, onu beslemeyin!

Şeker yerine tatlandırıcı kullanmak çözüm değil Şeker yerine tatlandırıcı kullanmayı düşünüyorsanız, başka bir tuzağa düşmüş olursunuz. Tatlandırıcıların da vücuda ciddi zararları olduğu, yapılan araştırmalarla kanıtlandı.

Örneğin, Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), sakarin içeren her türlü gıda maddesinin üzerine "Sağlığa zararlıdır.Hayvanlar üzerinde yapılan testlerde kansere yol açmıştır." ibaresinin konmasını şart koştu. Aspartam ve sükraloz gibi diğer tatlandırıcılar da yan etkileri nedeniyle uzak durulması gereken gıdalar arasında. (Editörün notu: Ama maalesef hiç birinin üzerinde böyle bir ibare yok).

Kaynak: International Wellness Directory Son iki yüzyıldır şeker tüketimi nasıl arttı? İngiltere'de 1815'de 5 kg cıvarında olan kişi başına yıllık çay şekeri tüketimi 1970'de 50 kg 'ın üzerine çıkmıştır. 1970-2000 yılları arasında ABD vatandaşları önceki yıllara oranla yılda 100 litre daha fazla şekerli meşrubat tüketmişlerdir. Türkiye'deki durum da artık çok farklı değildir. Çocuğu ile büyüğü ile çılgınca şeker ve beyaz un kullanılmaktadır. 

Bütün bu bilgiler kanserlerin niçin arttığını göz önüne açıkça sermektedir. Aşağıdaki tedbirlerle kanserlerin en az üçte ikisi önlenebilir;

 * Un ve şekerden kaçınarak insülin direncini yenin.
 * Hiçbir şekilde tatlandırıcı ve tatlandırıcı içeren 'light' hafif yiyecek ve içecek tüketmeyin.
 * Katkı maddesi ilave edilmiş, paketlenmiş gıdaları yemeyin. Taş devri diyetini uygulayın.
 * Bol taze sebze ve meyve yiyin.
 * Yeterli omega-3 alın; ayçiçeği, mısır, soya, pamuk ve margarin gibi yağları diyetinizden çıkartın. Bunların yerine zeytinyağı ve doğal hayvani yağları (tereyağı, iç yağı ve kuyruk yağı)
 * Kefir, yoğurt, turşu, sirke, nar ekşisi ve boza gibi probiyotiklerden (faydalı mikroplar) zengin gıdalarla beslenin. * Özgür dolaşan hayvanların etini ve yumurtasını yiyin.
 * Pastörize sütlerden mümkün olduğunca kaçının. Kutu sütü tüketmeyin.Mümkünse manda sütü kullanın. Süt yerine süt ürünlerini (yoğurt, peynir) tercih edin.
 * Günde iki diş sarımsak ve/veya 1 baş kuru soğan tüketin.
 * Günde 1-2 tatlı kaşığı zerdeçal tozu tüketin.
 * Yeşil ve siyah çay tüketin (şekersiz!!!! ).
 * Stresten uzak durun.
 * İyi uyuyun.
 * Çevresel toksinlerden ve sigaradan uzak durun.
 * D vitamini düzeylerinizi yükseltmek için dengeli bir şekilde güneşlenin ya da D vitamini takviyesi alın. * Yeteri derecede egzersiz yapın!!!!
 * Alkol kullanmayın.
 * İşlenmiş soya ürünü yemeyin.
 * Yemekleri geleneksel yöntemler (buğulama, buharda pişirme) ile pişirin. Turbo fırınlar da kullanılabilir.
 * Hızlı pişirme yöntemleri (mikrodalga gibi) besin kayıplarına yol açar; ayrıca kanserojen olabilirler !!!!
 * Daha çok toprak (güveç), cam ya da kalaylı bakır kapları tercih edin. Emaye ve çelik tencere daha sonraki tercihlerdir.
 * Teflon ve alüminyumu ise kesinlikle kullanmayın.

Prof. Dr. Ahmet AYDIN
İÜ Cerrahpaşa Tıp Fak.
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
ABD Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı Başkanı

12 Şubat 2013 Salı

Sabah sürprizi

 
Finaline çok yaklaştığımız Novida projemiz üzerinde çalışırken kapı çalar ve tap taze, leziz meyveler gelir.
Paketi heyecanla açarken Işık Deliorman Aydın'ın kibar notunu görürüz.
Işık Hanım tekrar çok teşekkür ederiz, daha nice güzel projeleri bir arada yürütmek dileğiyle!

5 Şubat 2013 Salı

Sosyopat Alarmı


Kadın Parlamenterlerden Ne Bekliyoruz

KA-DER kurulduğundan bu yana, kadınların yerel ve ulusal karar organlarında adil temsili için etkili bir mücadele veriliyor. Bu mücadelede iki temel gerekçeyi bıkmadan usanmadan savunageldik. Birincisi kadınların nüfusa oranlarınca temsilinin demokrasi gereği ve ölçütü olduğuydu. İkincisi ama ve en az bunun kadar önemli olan ise, adaletsiz ve baskıcı ekonomik, toplumsal, politik sistemin ve kültürün kadınlar kararlara adilce katılmadıkça dönüştürülemeyeceğiydi. Değişim için kadın katılımı zorunluydu. Çünkü, yalnız kadınları değil, farklı olanı ötekileştiren, ezen, ikincilleştiren bu hiyerarşik, adaletsiz düzen, binlerce yıllık erkek egemen zihniyetin ürünüdür. Kadınların katılımıyla erkek egemenliğinin gücü kırılmadıkça, hiçbir alanda gerçek ve kalıcı bir değişim sağlanamaz. Kadınları ezmeyi, sömürmeyi aklına ve vicdanına sığdırabilen zihniyet, farklı olan diğer toplumsal gruplar arasında ezen ezilen ilişkisi kurulmasını da meşru görecektir, görmektedir. Feminist teori, erkek egemenliğinin sırlarını çözerken, diğer egemenlik biçimlerine nasıl kaynaklık ettiğini de ortaya koydu. Farklı bir bakış açısı, kadın bakış açısı olmaksızın adil, özgür, barışçı bir yaşamın kurulamayacağını gösterdi. Bu gün kadınlar TBMM’de, çok yetersiz olsa da, %14 gibi Türkiye tarihinin en yüksek oranıyla temsil ediliyorlar. Onlardan beklentilerimiz var. Bu kadınlar yalnız kendi partilerine karşı değil, en az o kadar kadın hareketine ve tüm kadınlara karşı da sorumludurlar. Biliyoruz, karar organlarında erkek egemenliğini kırmak için yeterli sayısal güçleri yok. Ama, kadın hareketinden güç alabilirler, almalıdırlar. Kadınların yerel ve ulusal parlamentolarda eşit temsil için verdikleri mücadelenin başarısı da, büyük ölçüde bu gün kadın parlamenterlerin TBMM’de gösterecekleri performansa bağlıdır. Bu nedenle kadın parlamenterlerden, erkek egemen siyasi kültür ve zihniyeti taklit ederek “erkekçe” değil, kadın bakış açısıyla egemen siyasi kültür ve zihniyeti reddeden, farklı görüş, tutum ve davranış içinde olmalarını beklemek hakkımızdır. Çünkü “kadınlar seçilse ne fark eder?” diyerek kadınların eşit temsiline karşı çıkan erkek egemen zihniyetle ancak böyle baş edebiliriz. Kadın parlamenter ve siyasetçilerin her şeyden önce kadın bakış açısına sarılmalarını bekliyoruz. Çünkü bize bilim, tarih, kültür diye dayatılanlara dair çoğu değer, kavram ve yöntemin erkek egemen zihniyetle, cinsiyetçilikle malul olduğunu, kadınların ve diğer ezilenlerin deneyimini ve bakış açısını dışladığını biliyoruz. Tüm bu kavram ve yöntemlerin kadın bakış açısıyla yeniden gözden geçirilmesi ve eleştirilmesi gerekiyor. Ulusalcılık/milliyetçilik, ırkçılık, militarizm gibi kavramların, şiddet kültürünün, tahrip edici insan doğa ilişkisinin, cinsiyetçilikle, erkek egemenliği ile ilişkisini ortaya koymak her şeyden önce kadınlara düşüyor. Feminist teorisyenlerden Catherine A. Mc Kinnon’un “Feminist Bir Devlet Teorisine Doğru” kitabında belirttiği gibi; “Erkeklerin fizyolojisi çoğu sporu tanımlar, onların sağlık gereksinimleri sigorta kapsamını belirler, onların toplumsal olarak çizilmiş biyografileri işyeri beklentilerini ve başarılı kariyer kalıplarını belirler, onların bakış açıları ve ilgileri bursların niteliğini belirler, onların deneyim ve takıntıları faziletleri belirler, onların askerlik hizmeti yurttaşlığı belirler, onların varlıkları aileyi belirler, onların bir araya gelmekteki yeteneksizlikleri- ve antlaşmaları- tarihi belirler, onların imgesi Tanrı’yı belirler, onların genital organları cinselliği belirler. Bunlar, cinsiyet açısından tarafsız olarak sunulan standartlardır.” Parlamentodaki kadınları hangi partiden olurlarsa olsunlar, kadın bakış açısıyla, şefkatli ve empatik yeni bir dil kullanarak, sorunlara şiddetsiz çözüm yolları bulmak için, milliyetçilik/ulusalcılık, ayrımcılık yerine farklı etnik, dinsel grupların eşitliği ve özgürlüğünden yana ve elbette kadınların özgürleşmesi ve eşitliği için farklı tutum almaya çağırıyorum. Gelin, erkeklerin beceremediğini yapın, parti farklarının üstüne çıkan bir kadın bakış açısıyla ortak sesinizi yükseltin, tarihi belirleyin, farklı bir politik kültürün tohumlarını atın. Fark yaratın ki, sizin yaptıklarınızdan güç alarak daha çok kadın TBMM’ye ve yerel meclislere girebilsin. Gönül Dinçer Şubat 2013

4 Şubat 2013 Pazartesi

Avrupa Kültür Başkenti'nde "Kırkayaklı Sinema"


Londra Üniversitesi’ne Bartlett Mimarlık Okulu tarafından 2012 Avrupa Kültür Başkenti olarak belirlenen Portekiz’in Guimaraes kentindeki kutlamalar için özel olarak tasarlanan “kırkayaklı sinema” kullanıcılara gerçekten farklı bir film deneyimi yaşatıyor.
Sinema, Portekiz’de günlük yaşama farklı bir kamusal müdahale yaratma amacıyla Sanatçı Marysia Lewandowska ve Profesör Colin Fournier’in işbirliğiyle Londra merkezli tasarım firması Neon’un tasarımıyla inşa edilmiş.  Bu yapının inşasının arkasında yatan asıl amaç ise kültürel etkinliklerin aslında ne kadar minimal yapılarda kurulabileceklerini göstermek.  
Görüntüsü hafiften uzay gemisini andıran bu sinemada izleyiciler, kanvastan yapılan kare şeklindeki bir kutunun 16 boru koltuklarından birindeki yerlerini aldıktan sonra farklı bir sinema deneyimi yaşamaya başlıyorlar. Jean Luc Godard’dan Fellini’ye sinema dünyasının önemli eserlerini izleyicilerle buluşturan bu gezici sinema aslında giderek artan online film kaynaklarına 3D sinemalarla birlikte yeni bir çözüm olabilir. Sadece iki saatten uzun sürecek filmlerde ayakta kalmak sanat tutkunları için  bile yorucu olabilir! Bu değişik(!)  deneyimi daha fazla merak edenler http://trendwatchingpremium.com/2013/01/free-standing-pop-up-cinema-screens-movies-in-small-spaces/ adresinden sinemayı inceleyebilir.

Sendrom dediğin...



Bir Alp Bingöl yapımı. 
Başrolde tuzluk, boş su bardağı ve biraz gün ışığı, bir tabak da yoğurtlu kapuska. 
Pazartesi sendromu işte tam da böyle bir şey. 

Dila 5 Yaşında



1 Şubat 2013 Cuma

Marjinal'de renk açılımı

Mavisi yeşili, kırmızısı moru derken 2013 trendlerine baktığımızda bir renk(!) cümbüşünün saçlara taşındığını görüyoruz. Ne dersiniz Asuman Hanım'ı turuncu, Aysun Hanım'ı pembe, Murtaza Bey'i de lacivert görebilecek miyiz bir gün?

Sebiha Bize Ses Ver!

Bu sabah mutfakta Melike Hanım ve Behiye Tezyemizle seni andık Sebiha'cım.
Neler yapıyorsun, merak ediyoruz? Umarım telepatik olarak hissedersin de bloga bakar ve hemen bize bir durum raporu yazıverirsin.

Özledik....

Sevgiler...