24 Haziran 2010 Perşembe

Kraliçenin Ablası: Tekmili birden 32 kısım, bir yeniden doğuş hikayesi…

Yıllardan 1984… Aylardan hangisi, hatırlamıyorum zira o zamanlar benim için “zaman” kavramı “bisküvi - sıcak süt saati ile annemin ev terliklerini çantasına koymasıyla komşunun evinde yeniden çıkartıp ayağına geçirmesi arasında kalan süre” olarak anlam buluyordu. Ha bir de Adile Teyze saati vardı ki, o hatırlanan anların en şahanesiydi… Babamın saçları siyah, annemin beli inceydi. Ancak tüm bu “atraksiyon dolu” hayatımda fena halde bir eksiklik hissediyordum: Bir oyun arkadaşı! Tamam itiraf ediyorum, bir çocukları daha olursa annem yeniden babamla evlenecek, tekrar düğün yapacaklar, tekrar annem gelinlik giyecek ve ben fotoğraflarda gördüğüm şahane gelinliğin eteklerine, annemin üzerindeyken dokunabilecektim, tek amacım buydu. Hem belki arada bana da afilli bir elbise ayarlarlardı. Sebebi her ne olursa olsun, ben bir kardeş istiyordum. Ne bileyim sonradan boynuzun kulağı geçeceğini…
Huyum kurusun, biraz sütü bozuk bir çocuktum. Yaparım dediğim şeyi yaptırır, yapmam dediğim şeyi kralı gelse yaptıramazdı. Haliyle, kardeş isteme konusundaki eylemlerimin manevi işkenceye dönüşmesine kimse şaşırmadı. “Yutmam” dediğim köfteyle kaç gece ağzımda uyuduğumu bilen annem, mecbur kaldı beni susturmaya… Yeni gelecek çocuk da bana benzemesin diye gizli gizli dua ettiğini yıllar sonra itiraf etti ya, neyse.
Sonra bir güzel çocuk geldi ki aileye, Bedrettin Dalan yolda çevirip sevmişti kardeşimi Bostancı Deniz Otobüsü iskelesinin açılışında, hiç unutmam...
Çocuk bu, beşikte durduğu gibi durmuyor, yıllar geçtikçe büyüyor. Ancak yine de bir türlü deniz ve su korkusu geçmiyordu. Çook küçükken sığ suda ayağı kayıp düşmüş, birkaç saniye su altında kalınca paniklemiş, nurtopu gibi bir su fobisi sahibi olmuştu. Annemin şahane kriz yönetimi planları dahilinde bir gün elinden tuttuk, Burhan Felek Spor Tesisleri bünyesindeki (sonradan suyu temizlemek için klor yerine çamaşır suyu kullandıklarını öğrendiğimiz) kapalı yüzme havuzuna, profesyonel hocalara teslim ettik. Yaklaşık 1 yıl kadar, junior akademisyenlerin elinde “atla ulan suya” yöntemiyle bir türlü fobisini yenememesine şahit olduktan sonra, bir emekli bankacı, alaylı sporcu denk geldi kardeşime. Adamcağız yaklaşık 3 ay kadar havuzun yanına oturtup uzun uzun konuştu, anlattı, dostu oldu kardeşimin. Bir gün bir baktık, bizimkisi balıklama atlıyor! Annem ağlamıştı. Hain evlat Deniz ise “çok şükür klor kokulu garip tribünlerden kurtulma vakti geldi” diyordu içinden. Ama çok yanılıyordu. Büyük lokma ye, büyük konuşma lafının doğruluğunu o vakitlerde kavramıştım. Kardeşimin superman’i bir gün yine havuzda yüzme takımıyla fırtına gibi eserken, ben tribünlerde boncuk boncuk terler döküyordum. “Allah’ım bitse de gitsek” dualarım sırasında göbekli bir adam yaklaştı yanıma. Bende yaş 16 buçuktan 17… Yani yanıma tanımadığım bir erkek oturunca çığlık atmam için en elverişli yaş. Ben tam fırçayı basacakken, adamcağız derdini anlatmaya başladı…
Eski Caddebostan Balıkadamlar Spor Kulübü yeni Türk Balıkadamlar Kulübü’nün kadrolu antrenörü Barbaros Abi’ydi kendisi. İlerleyen yıllarda düdük sapıyla kız takımı döven, turnuvalarda otelden sokağa kaçmak için kullandığımız “Orkit lazım” bahanesine karşılık seyahatlere her boy kadın pediyle çıkan bir efsane olacaktı, hem kardeşimin hem de benim gözümüzde…
O gün sadece (masumca) bir maruzatını iletti: Kız takımına oyuncu lazımmış, bendenizin normalden 2 beden büyük omuzlarından feyz alarak davetten çekinmemiş. Annem detayları duyar duymaz adamcağızın üzerine atlayıp parçalamak istedi, inanmadı anlattıklarına. Zira bahsettiği takım “su altı rugby”si, antrenör diye kendisini tanıtan adam bildiğiniz kocaman “göbekli” bir amcaydı, Kabasakal’dan hallice...
Aynı akşam eve gidildi, babaya durum açıklandı. Baba hemen bazı telefon görüşmeleri yaptı . Meğersem çağrıldığımız kulüp dünyanın ilk balıkadam kulübü, çağıran adam Türkiye’nin ilk su altı rugbysi antrenörüymüş! Ertesi hafta antrenman saatinde, elimde cillop gibi Mares paletlerim, gözümde kocaman maskem ve neredeyse kolumun uzunluğundaki şnorkelimle, kulübün havuzundaydım. Babamın domestik tarafı hortlamıştı, kasaba çırak verir gibi attı beni havuza, Barbaros Abi’ye bir de “eti senin kemiği bizim hoca” selamı çaktı, kayıplara karıştı, gitti...
Bu arada kardeşim Oya, iyiden iyiye yüzmeyi sökmüş, suyun altından gider üstünden takla atar hale gelmişti. Günün birinde Barbaros Abi’nin yüksek emirleriyle huzura çağrıldı, ertesi hafta o da bizim takımda aldı soluğu. Takım bu esnada yeni alanlara el atmış, rugby yetmiyormuş gibi bir de sualtı hokeyi çıkmıştı başımıza. Babamın deyişiyle “dağ komandosu antrenmanları” tüm hızıyla sürüyor, turnuvalar, madalyalar, özel maçlar gırla gidiyordu.
Zaman geçti… Kız kardeşimle beraber kulübün havuzunda, tanımadığımız amcalardan yaşlı teyzesine, kulüp üyesinden telaşlı ebeveynlere pek çok “sufobik” insana yüzmeyi öğrettiğimiz, karşılığında da kulübün başka havuzlardan kiraladığı kulvarlara para vermemesini sağladığımız, imece usulü geçinip gittiğimiz kocaman bir ailenin üyesi olmuştuk. Kardeşim işi abarttı, spor akademisini kazandı !!!
Vaktiyle küveti bile dolu görünce ciyak ciyak bağıran velet, Türkiye’nin dört bir yanında eğitim dalışlarına giden, zihinsel ve bedensel engelli çocukların yüzme eğitiminde uzmanlaşmış hatta felçli bazı çocukları yürütmeyi başarmış bir empati kraliçesi olmuştu, okuldan eğitmen balıkadam olarak çıkmış, aklınıza gelecek hemen hemen her türlü “sulu” atraksiyona da bir yerinden bulaşmıştı.
Bendeniz “ofis girl olucam” hayallerimin peşinde göbek büyütürken, çocukluğu boyunca tombul olan kardeşim artık 34 beden giyiyordu!
Günlerden bir gün, Barbaros Abi tekrar aradı. İkimize de “kulübe geline” emri çıktı. Gittik. Ve bakın neler oldu…
Bu hikaye burada bitmez, hatta aslında yeni başlıyor ama, benim yüreğim el vermiyor daha fazla anlatmaya…
İyi seyirler !

Not1: Taç takan deniz kızının kardeşim olduğunu belirtmeme gerek yok herhalde.
Not 2: Yıkılmadım, ayaktayım !

23 Haziran 2010 Çarşamba

Zoraki hoptek:)


Güzel arkadaşlarım,
Açıkçası çimlere, çamlara, dallara bakmaktan daha büyük keyif yoktur diye düşünürdüm eskiden, ancak hareket kısıtın olmadıktan sonra bu iş böyleymiş. Dün akşama göre çok iyiyim canlarım, zedelediğim ayağımın üstüne basmıyorum ama tek ayağımla zıplayarak yürümek konusunda bayağı bir tecrübe kazandım. Zoraki hoptek:) Akşam canım gerçekten çok acıdı ancak inanın o kadar incittiğimi ben de bilmiyordum. Doktorcum sağolsun, ağrının yerini anlayana kadar gözümden yaş aktı. Bu sırada elimi tutan anne şevkatiyle bana sahip çıkan Sevgili Asuman Hanım ve Aysun Hanım, size çok teşekkür ediyorum, akşam size yük olduğum için çok kötü hissederken sizin benim için hastanede koşuşturmanız inanın hatırladıkça çok duygulandırıyor beni. Umarım bir daha buluşma noktamız hastane olmaz ama biliyorum ki ne zaman ihtiyacımız olsa mekan-zaman dinlemeden siz yanımızda olacaksınız. Asuman Hanımcım sizden de yüz bulan Oğuz beni annemin yanına getirdi, yarın sabah Almanya'ya gidiyor. Ve sizin Gasparınız varsa benim de Ringom var, bakın benimle birlikte çalışan. Gaspar kıskanmasın, onun oğlu bana sahip çıkan:) Burgaz'da balkonda oturdum çalışıyorum, çok keyifli gibi dursa da dediğim gibi kalkıp kendinize bir kahve alamadıktan sonra!?! Ve güzel arkadaşlarım hepinizin tek tek araması var ya, canlarım benim.. İyi ki varsınız ve iyi ki sizinle çalışıyorum, hepinizi çok seviyorum ve merak etmeyin ayağımı hep uzatıyorum:)

22 Haziran 2010 Salı

Teşekkürler MPN

Çalan zille gelen geçmiş olsun çiçeği için tüm Marjinallilere teşekkür ederim :)
Bu yoğunlukta hasta olmak insanı iki kat üzüyor, desteğiniz için çok teşekkür ederim.

Yarın görüşmek üzere, öptüm..

Not: Annem seni çiçeğinle çekeyim dedi ama bu tiple pek iyi bir fikir olmadığını düşündüm. Sanırım iyi de yaptım :)

12 Haziran 2010 Cumartesi

Müziği hiç bir zaman "para" için yapmadım.

Çünkü çok daha değerli bir şey için müzik yapmaktayım. Şan - şöhret de değil; Hayatım boyunca azimle müzik yaptım; Mutluluk için. Tedavi için. Çok inandığım "insanlık duvarı" felsefesine, küçücük de olsa
bir katkıda bulunabilmek için. Torunlarımın torunlarının, soyadımızı gururla, erdem ile taşıyabilmesi için. Bütün bir gezegende bir Anadolulu insanından üreme bir müziğinin de çalınması, dinlenmesi için...

Biliyor musunuz, zaten klasik müzikte öyle pop müzik dünyası, ya da entertainment dünyasında olduğu gibi büyük paralar da dönmez. Biz klasikçiler, aslı şu ki, bütün bir yüzyıl boyunca ne milyonlarca plak (CD) satar olduk, ne de en geniş kitlelerce tanındık. Klasik müzik camiası çok daha kısıtlıdır. Elittir veya snoptur demek yanlış olur. Gerçekten yanlış olur. Ama "aydındır" diyelim. Aydın insanların dinlediği müziktir klasik müzik. Çünkü, bilim ve teknoloji misali, bu müzikte de ilerleme, atılım gözetilmiştir. Tüketim kültürü değildir. Üretim kültürüdür. Aydın insan Avrupa'da azınlık. Bu yüzden büyük büyük satışlar olmadı. Klasik müzikçi zengin değildir... Mesela; Klasik müzik 1970'lerde bütün müzik türleri plak satışları arasında pastanın %25 lik dilimini kapsamaktaydı. Gerisi pop idi. 1990'larda bu dilim %10'lara düştü. Pop %90 idi o sıralarda... Şimdilerse ise, hakikaten sürünüyor, belki %3 bile değildir. Ama bu bahsettiğim "pasta" da küçüldükçe küçülüyor. Öyle ya; İnternet çağı; Youtube, Facebook, Myspace. Şimdi asıl pop dünyası zorda... Artık tıkladığımız an her şeyi bulabiliyoruz hem de bedava fiyata, bu sorun belleğimizin bir tarafında kalsın, bir dönem geçişi ve elbet bir çare bulunacak. Klasik müzikçiler plak - CD vb satışlarından hiç bir zaman kazanmamıştır demiştik. Klasik müzikde, Konserlerdir asıl olan.
Ama oradaki kazanç da öyle çok filan değildir. Daha çok salonun doluluğu ve bilet fiyatları ile ilgilidir. Düşünün ki, Münih'teki 1000 kişilik bir salon, bilet fiyat ortalaması da 30 euro olursa, toplam elde edilen gelir, o geceki konserden, 30.000 euro olmakta bir organizator için. Burdan daha, vergileri, salon kirasını, o geceki tüm masraflarını, ve kendi karını da çıkarınca; arda kalan sanatçının olmakta. Dolayısıyle, hakikaten zannedildiği gibi büyük rakamlar değil. En meşhur klasik sanatçılar için de değil..
Geçenlerde yine gazetede gördüm, "İstanbul 2010" komitesi başkanı Şekib Algaviç , "Fazıl Say 230.000 Euro'yu beğenmediği için İstanbul 2010'dan çekildi" beyanatı vermiş.
Bu tür lafları çok sık duymaya başladım. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da bu tür yalanlara sığınırdı Nazım Oratoryosu Konseri filan iptal ederkene...
Ve insan üzülüyor. Tarkan konseri maliyeti 5 milyon euro idi. 2010 açılışında... Büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan bir konser organizasyonuydu. ..
Benim durumumun ise aslı şu; 14 konser yapacaktım... 4 büyük konser. 10 tane de okullarda konser. Yaklaşık 2 yıl önce "4 Mevsim 4 Konser" başlıklı bir proje sundum 2010 komitesine. (Benden proje sunmam istendi) Şöyle ki;
1- İstanbul bestecileri
2- Fazıl Say "Haremde 1001 gece" keman konçertosu, Topkapı Sarayı'nda.
3- Fazıl Say (İstanbul şairi Nazım adına) " Nazım Oratoryosu" Gülhane parkında
4- En son bestem "İstanbul Senfonisi" Türkiyede ilk seslendirilişi Lütfi Kırdar'da.
Bunlar, ben ve benimle beraber 800 müzikçinin performe edeceği 4 büyük konser idi. Bir de İstanbul'un kenar mahallelerinde "Workshop"lar düzenleyecektim. 10 okulda. En ücra köşedeki çocuk da kültür ile tanışsın... Aydınlansın... Bu yıl onun şehrinin "Kültür başkenti" olduğunu algılasın; "Piyano -Keman-Klasik müzik-Caz" dinlesin, diye... Ücret talep etmedim bu "10 adet Workshop" için. Hediyemdi...

İlk konser olan İstanbul bestecilerinde ise, hem Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey , İlhan Usmanbaş gibi çağdaş bestecilerin, hem de Dede Efendi, Itri gibi klasik Türk bestecilerin olmasını düşünmüştüm.. Bütün bunlar menejerimin, komite ile yaptığı 17 toplantıdan sonra hiç bir yere varmadı. Proje sunumu müzakereye dönüştü. 14 konser de, 2 konsere düştü. Mayıs'ta "Haremde 1001 Gece" ve Ekim'de "İstanbul Senfonisi" konserleri. İkisi de orkestralı konser.
"Biz size 230.000 euro verebileceğiz bu iş için" dediler...İş? Ben daha hediyelerimi de verememiştim çocuklara... 230.000 euro 2 konser için. Gazetedeki, "Fazıl Say'ın beğenmediği 230.000 euro".. 230.000 euro bize hayli büyük bir para, bizi aşar... "Parası için yapmıyoruz" dedik.

Peki ne bu 230.000 Euro? 230.000 Euro, KDV ve Stopaj vergilerinden düştüğünde 160.000 Euro etmekte. Bu konserler için gerekli olan orkestra (Borusan Orkestrası) bir konser için 50.000 Euro istemekte. Yani ikisi için 100.000 Euro. (110 müzisyen, her konser için 5 gün prova yapacak, bölerseniz bu para çok değil müzisyen başına. 480 Euro gibi bir şey,10 prova bir konser için, müzisyen başına..) Elde kaldı net, 60.000 Euro..
Bu konserleri yönetecek şefler, Keman Konçertosu "Haremde 1001 Gece"nin solisti, dünya yıldızı, Patricia Kopatchinskaja, ve de İstanbul Senfonisi'ndeki extra Türk çalgıcıları ücretleri, ve bu konserlerde piyano konçertoları çalacak olan Fazıl Say... Onların zihniyetinde, Bu 60.000 Euro'yu bölüşecektik...

Ama dedim, benim sorunum para değil.. Bölüşürdük, bölüşülürdü bu para yapılırdı.. Ama niye?

İstanbul 2010 Toplam bütçesi 400 milyon Euro.. Kimler ne paralar aldı bilinmemekte. ..Araştırılmalıdır!! Sadece Tarkan konserine 5 milyon Euro.. Kim ne aldı? Araştırılmalıdır!

Burada, bize gelince, gerçek müzikçiler bir kaç bin Euro hesabını yapacaklar, aralarında üleşecekler filan. Ayıp bu.. Siz söyleyin; Niye devam edelim bu ayıbı yapanlarla? Bu "arda kalan" fiyata da, emin olun ki, Avrupa'da 3000 şehir kasaba köy vardır, bir "Fazıl Say konseri" organize etmeyi hedefleyecek.

Yukarıda anlattım Avrupa'da nasıl işlediğini...

Bir "İstanbul 2010 kültür Komitesi" düşünün, kendi şehrinde yaşayan bir dünya sanatçısını, hem de onun "İstanbul Senfonisi"nin Türkiye Premierini, illaki görmezden gelmek istedi... Bir basit, güzel, müzik projesini yapmamak, sorun çıkarmak istedi ... Kıstıkça kıstı. Erittikçe eritti...

İstanbul Senfonisi bir başka kültür başkenti olan Dortmund'da çalınacak. Bana bir şey yanlış geliyor size de geliyor mu? İstanbul Senfonisi siparişini kimin vermesi gerekirdi sizce? Bütün bunlar muhtemelen hükümete muhalif tavırlarım yüzünden... Sorun burada. 14 konserin 2'ye düşmesi beni kızdırdı. Uğraştırmaları, bize vakit kaybettırmeleri beni kızdırdı, bir türlü aydınlanamamaları beni kızdırdı, ve çekildim.. 230.000 euroyu beğenmememizin hikayesi buydu..

Bu "paracı Fazıl Say" tiplemesi iğrençleşti.. O kadar iğrençleşti ki, 2014 de ilk seslendirilişi yapılacak ilk Opera'mı Almanca besteleyeceğim. Çünkü Opera da pahalı zanaat. 400 kişilik proje.. Ve yine Fazıl Say 700.000 euro istedi tartışmasına girmek istemiyorum saçma sapan insanlar ile..

Dünyanın her yerinde de çalınacaktır..Sorun değil.. Bu ama, bir hükümetin yarattığı ötekileşmenin çok ciddi bir boyutu bence... Yıllar sonra beni anladıklarında anlarlar bu olayları...

Şunu kafasına iyice sokmalı bazıları: BEN PARA İÇİN MÜZİK YAPMIYORUM!!!!

Bu yıl 130 konserim var. Hiç birinde menejer ve konser organizatörü arasındaki müzakerelerin ne olduğunu bilmem bile. Niye bilinsin ki? Aradaki müzakere? Kimin umurunda? Bunu gazetelere yansıtmak ise iyice iğrenç, tamamen etik dışı ve aslında mahkemeye verme sebebi...

Biliyor musunuz, Paris'te, Dortmund'da, Hamburg'ta, Merano'da Fazıl Say festivalleri var 2010 yılında. Hiç birisinin "bütçesi nedir?" sormadım bile.. Bu organizatorler için Önemli olan kültür çünkü...

Bir keresinde başbakan yardımcısı açıkça, "FAZIL SAY GİTSİN ONA İHTİYACIMIZ YOK!" demişti. Kovulmuştum... Sonrasında da "zırnık koklatmama" taktiği. "Aferin" almıştır bunu yapan, bizi sindirmeyi, bezdirmeyi, elleri açık üzgün bir şekilde bırakmayı başaran.. Aferini almıştır yukarıdan...En yukarıdan...
FAZIL SAY

Tam Günümüz İnsanlarına Ders Olacak Gibi...

Siz benim kim oldugumu biliyor musunuz?

Kaba müşterilerle karşılaşan müşteri temsilcileri ve pazarlamacılar için bir ders.
Bu olay nedeniyle, Sydney'de Virgin Havayolları biniş kapısı görevlisi personele ödül verilmeli...


Boing 767 uçağının arızasından sonra, dolu bir Virgin uçuşu iptal edilir. Bir başka uçak için yolcular kuyruk oluşturmuşlar, sinirler bir hayli gergin bir şekilde yeni uçakta yer bulmaya çalışmaktadırlar.
Bu sırada çok sinirli bir yolcu bankoya yanaşır ve biletini fırlattıktan sonra:

"-Bu uçak ile uçmak zorundayım ve bu iş hemen yapılacak" diye bağırır.
Görevli:
"-Özür dilerim beyefendi, size yardım etmeye çalışmaktan memnun olurum ama öncelikle sırada bekleyenlerle ilgilenmeliyim ve eminim size de yapacak birşeyler buluruz."
Yolcu etkilenmemiştir. Arkadakilerin de duyacağı bir şekilde, yüksek sesle sorar:
"-SİZ BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUNUZ?"
Görevli tereddüt etmeden, gülümseyerek dahili anons mikrofonunu önüne çekerek:
"-Lütfen Dikkat, Lütfen Dikkat, "sesi tüm terminal binasında temiz bir şekilde duyulmaktadır.
"Burada, Gate14'te bir yolcumuz bulunmaktadır, ve KENDİSİNİN KİM OLDUĞUNU BİLMEMEKTEDİR. Kendisine kimliği konusunda yardım edebilecek birisi var ise lütfen Gate14'e gelmesi rica olunur."
Kuyrukta bekleyenler gülmekten yıkılmaktadır...
Yolcu Virgin Havayolları görevlisine pis pis bakar ve dişlerini sıkarak:"F... You" der.
Görevli geri adım atmadan ve gülümseyerek:
"Özür dilerim, ama bunun için de sıraya girmeniz gerekecek...

10 Haziran 2010 Perşembe

Tuvalet Guruları ile Sibop - Gündemin Havası

Çok sevgili arkadaşımız Umut Ersoy ve Nasibe Sağır, Tuvalet Guruları olarak dün akşam TürkMax’de yayınlanan Serdar Akinan’ın sunduğu Sibop programındaydı.. aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz, gerçekten eğlenceli bir program olmuş, malum Erdil Yaşaroğlu da var konuklar arasında:)
http://www.ajanspress.com.tr/new_video_stream/tv/001-10278597.wmv

Happy Birthday!!! С ДНЁМ РОЖДЕНИЯ!!! Mutlu Yıllar!!! З днем народження!!! Otanjou-bi Omedetou Gozaimasu!!!





Geçen gün Serpil, Mert ve Feyza'nın doğum gününü kutladık. Yarın devam ediyoruuuuuuz:)


8 Haziran 2010 Salı

Panasonic ile 3 Boyut



Geç de olsa paylaşmak istedim. Panasonic olarak 2 Haziran Çarşamba günü, 29 basın mensubunun katıldığı bir basın sohbet toplantısı gerçekleştirdik. Bildiğiniz üzere 29 Mayıs - 6 Haziran tarihleri arasında Roland Garros Fransa Açık Tenis Turnuvası Panasonic teknolojisiyle 3 boyutlu izlenebildi, Türkiye'de yetkili teknomarketlerden seyredilebildi. İlgi yoğundu. Biz de bu fırsatı değerlendirdik ve bir grup basın mensubu arkadaşımızla Federer maçını izledik. Lezzetli bir menü, İstanbul Boğazı, neşeli Panasonic ve MPN Panasonic ekipleri, konusunda uzman birçok basın mensubu arkadaşımızla bol sohbetli bir etkinlik oldu:)
Panasonic Viera VT20 Full HD 3D TV'ler satışta... İlgilenenleri en yakın teknomarkete davet ediyoruz.

Evden Çalışıyorum Çünkü...

Bu hikaye, Eda, Deniz ve Sebiha'nın, bir toplantıya gitme hayallerinin acıklı öyküsüdür...

Hikayemiz bir mesai günü toplantı planıyla başladı...Sabah 08:30'da evden çıkacak, 9'da Göztepe Köprüsü'nde "toplantıdaş"larımla buluşacaktım...Taa ki 08.20'de telefonum acı acı çalana dek... Sebiha Hanımdı arayan... Ben camdan ümitsizce "yüzerek giderim herhalde" diye dışarı bakarken aramıştı. "Göztepe Köprüsü'ne gelemeyeceksin gibi görünüyor, sen en iyisi Atatürk Caddesi'ne gel". Telefonu kapatır kapatmaz mahalledeki tüm taksi duraklarını sıradan aradım. Ancak tabii ki hiç araba yoktu. Kendimi şansın riskli kollarına bırakıp sokağa çıktım... O da ne? Bir taksi durdu önümde, yolcu indirdi. Şaka mıydı bu? Yok vallahi taksiydi. Hem de boş !

Hemen atladım ve gideceğim yeri söyledim. Adam yolların kurdu çıktı, ara sokaklardan 15 dakikada beni buluşma noktamıza ulaştırdı. Ve bekleyiş başladı. Bulunduğum yerden e-5'e bağlanan yoldaki, bağlantıyı kesen trafiğe bakıyordum. Eda ise, Sait Bey'in kullandığı arabayla köprüde mahsur kalmıştı. Dakikalar dakikaları kovaladı. 1 saat sonunda, o yola giremeyeceklerine ve bir başka noktada buluşmamız gerektiğine karar verdik: Carrefour'un bahçesi.

Sebiha Hanım arabasıyla oraya doğru yola koyuldu. Ben sağıma baktım, soluma baktım... Her durumda arabadan daha hızlı gidecektim. Ve yürümeye başladım. Yürüdüm, yürüdüm... Hedefe varmama bir üst geçit kalmıştı. Ancak onun da merdivenlerinden aşağıya akan sulara bakakaldığım anda yine telefonum çaldı: Sebiha Hanım. "Eda'lar gelemiyor, giremiyorlar bu tarafa. Tıkanıp kalmışlar!" Konuştuk, konuştuk... Önce ofise gitmeyi denesem diye düşündük, ancak e5 zaten bitikti. Minibüs caddesi tarafı da sonradan annemden aldığım bilgiye göre aynı kilit durumdaydı. Ve son karar: Eve döndüm. Onlar hala yolda büyük ihtimalle. Taksicinin bana dinlettiği telsiz anonslarından öğrendiğim kadarıyla Ümraniye girişindeki yolu kapatmışlar çünkü oraya bağlı 2 mahalle sel altındaymış. Ayrıca e5 üzerindeki Kozyatağı metro istasyonu da yola doğru göçmüş.

Sabah arabayla 15 dakikada geldiğim yolu, tabanvayla geri dönmek suretiyle az önce Bostancı'daki evden içeri attım kendimi. Ve evet, evden çalışıyorum :)

Şehrin suyu çıktı diye buna derler.

Kıyameti görür müyüz dersiniz?

Not: 7. kattaki odamın penceresinden giren sularla, bu yükseklikte yağmur dolayısıyla evini su basan ilk insan evladı benim herhalde !

7 Haziran 2010 Pazartesi

Biz de Oradaydık

Cumartesi günü 40 Renk Fotoğraf Projesi Sergisi'ne biz de ailece gittik ve adettendir diyerek Feyzoş'un fotoğrafları önünde bir güzel poz verdik:)

Hem sergi hem de Feyza'nın fotoğrafları çok güzeldi, gidiniz, görünüz:)

Feyza'dan sonra Hindistan'a, Aslı'dan sonra Tayland'a gidesim var...

Namaste Hindistan...

Fotoğraf: Muammer Yanmaz

3 Haziran 2010 Perşembe

Göbişin Güzelliğine Bakın:)

Göbeğin Sırrı Bakışlarda Saklı!

Çikolatalı pastaya yıllardır aynı hisli (!) duygularla bakan bu minik kimdir?

2008 Ağustos'a Gidiyoruz...

Blogda birşey ararken aynı ay yazılmış 3 yazı gülümsettirdi beni, hemen sizi o dönemlere götüreyim istedim...

Birincisi, benim bir yazım, doğum izninde sizleri ne kadar özlediğimi haykırmışım,
tıklayınız:)

İkincisi, Eda'nın 15.yılımızda ve kendisinin 5. yılında yazdığı müthiş keyifli tanımlamalarımız,
tıklayınız:)

Üçüncüsü, yine benim yazım (evde olunca bol bol yazıyormuşum:), o yılki bol çocuk gündemine uygun bir yazı, 2010 yazında çocukların ortada nasıl dolaşacağını yazmışım, maalesef bu sene çok sıcaklara kaldığımız için piknik yapamadık, Eylül'de inşallah. Eylül'de koşturalım çocukları:)
Tıklayınız:)

Aslında 2008 Ağustos ayında çok güzel yazılar yazılmış, pek güzel olaylar olmuş hayatımızda, yeni doğumlar, bebeklerin belli olan cinsiyetleri, partiler, tatiller, etkinlikler... En iyisi mi,
tıklayınız:)

2010 Gözlük Modası

2 Haziran 2010 Çarşamba

Mutlu Yıllar Behiye Teyze :)

Az önce Behiye Teyze'nin doğum gününü ofisçe kutladık, güldük, eğlendik. Behiye Teyze'nin doğum gününü bir de buradan kutluyor ve fotoğrafı paylaşıyoruz...

1 Haziran 2010 Salı

Bir MPN Hikayesi: Trend Micro, yeni evinde misafirlerini ağırladı…

Geçtiğimiz hafta tam da bugün, sabahın erken saatlerinde Marjinal Porter Novelli’nin karşı kaldırımında bir taksi durdu… İçindeki gizemli, uzun saçlı, güzel gözlüklü kadın, karşı kaldırımdan gelen arkadaşına el salladı. Arkadaşı kocaman caddenin sıcak asfaltında topuklarına dikkat ederek ve elindeki fotoğraf makinesinin sapı eteğine takılmasın diye dikkatlice yürüyerek, bir çırpıda karşıdan karşıya geçti ve hikaye başladı…
İki kadın, Nişantaşı’nın o dillere destan eski taş binalarından birinin önünde durup kapıdaki yeni tabelaya baktılar. “Çok güzel olmuş değil mi” dedi uzun saçlı olan. “Evet ben de çok beğendim, son geldiğimde yoktu bu” diye karşılık verdi diğeri ve binadan içeri girdiler. Apartmanın ihtişamına yakışır tarihi asansöre binip 3. kata çıktılar ve iki kanatlı kapısı ardına kadar açık daireye bakıp birbirlerine gülümsediler. İçerde, kapının sağında kalan koridordan şen kahkahalarıyla Trend Micro’nun Pazarlama Müdürü Sibel Yılmaz’ın sesi duyuldu: “Hoşgeldiniz!”
……….

Uzun saçlı kadın, Dilek, Trend Micro’nun Nişantaşı’ndaki yeni ofisinde, elinde davetlilerin isimlerini not aldığı kağıdıyla ahşap döşemelerde yankılanan topuk sesine aldırmadan koşturuyor, kalabalığın arasına girip girip çıkıyordu.


Neşeli sesler, meraklı gözler, diğer topuk seslerine karışmış, herkese merhaba diyen Sibel Yılmaz’a, Trend Micro’nun Akdeniz Ülkeleri Müdürü Ercan Aydın da eklenmişti. Fotoğraf makineli kadın, Deniz de, makineyi kılıfından çıkartmış, organizasyonu ölümsüzleştirmeye başlamıştı.


Ekibe dahil olan MPN’den Leylan Yener, muhteşem kolyesiyle göz kamaştırırken, objektiflere muzip pozlar vermekten geri kalmıyordu.


Dairenin arka tarafında, İstanbul’un eşsiz manzarasıyla bütünleşen yüksek tavanlı, serin odaya toplandı herkes. Odada onları bekleyen bir sürpriz vardı: Rik Ferguson! Aslında Trend Micro’nun Kıdemli Danışmanı olarak görev yapan Rik, daha çok Bon Jovi’nin yerine rock grubunun başına geçmiş gibi görünüyordu - ilk bakışta… İlerleyen saatlerde, değil Bon Jovi, Bill Gates’ten bile daha çok şey bildiği anlaşılacaktı.


Geçen hafta bugün, 25 gazeteci, Trend Micro ve Marjinal Porter Novelli ekipleriyle birlikte, yediler, içtiler, sordular, öğrendiler… Rik Fergosun ve Ercan Aydın, 7 yayına röportaj verdi. Trend Micro’nun geliştirdiği dünyanın ilk netbook güvenlik yazılımı Titanyum’u duymayan, görmeyen, bilmeyen; alıp evine, ofisine götürmeyen kalmadı. Netbook güvenliğinde devrim yaratan Titanyum’un lansmanındaki keyifli dakikaları unutabilen ise çıkmadı.

Evet, geçen hafta bugün, 33 bardak çay, 27 fincan nescafe, 200’e yakın kanepe ve toplamda 8.5 kilo kahvaltılık tüketildi. Bir söylentiye göre, bunların yarıya yakınını “nasılsa haftaya bugün spora başlayacağım” diyen Deniz tüketti. Fısıltı gazetesi hala soruyor: “Doymadın mı Deniz?”

40 Renk Projesi, 1. Renk Turuncu (Hindistan) Sergisine Davetlisiniz...

Biliyorsunuz Mart ayında Muammer Yanmaz ve "40 Harami"lerle ve Koptur'un rehberlik ve seyahat acentası olarak da katkılarıyla "40 Renk" adlı proje kapsamında Hindistan'a gittim. Ve bu gezide çekilen fotoğraflarla bir sergi açılıyor. Benim de 2 adet fotoğrafım bu sergide yer alacak. İlk sergim ve hatta ilk fotoğraf ağırlıklı gezim olduğundan benim için de bu serginin ayrı bir önemi var tabii.

Bu geziyle Hindistan'a gittik geldik, hem çok güzel zaman geçirdik hem de bir sürü fotoğraf çektik. Gerçi gezinin tamamı düşünüldüğünde sergideki 40 fotoğraf Hindistan'ı anlatmak için pek de yeterli gelmiyor aslında ama... Sizler daha fazlasını ofisteki sunumumda gören şanslı azınlıksınız. :)



Yine de 04-13 Haziran tarihleri arasında Metrocity'deki sergiye bir uğramanızı çok arzu ederim...