Yıllardan 1984… Aylardan hangisi, hatırlamıyorum zira o zamanlar benim için “zaman” kavramı “bisküvi - sıcak süt saati ile annemin ev terliklerini çantasına koymasıyla komşunun evinde yeniden çıkartıp ayağına geçirmesi arasında kalan süre” olarak anlam buluyordu. Ha bir de Adile Teyze saati vardı ki, o hatırlanan anların en şahanesiydi… Babamın saçları siyah, annemin beli inceydi. Ancak tüm bu “atraksiyon dolu” hayatımda fena halde bir eksiklik hissediyordum: Bir oyun arkadaşı! Tamam itiraf ediyorum, bir çocukları daha olursa annem yeniden babamla evlenecek, tekrar düğün yapacaklar, tekrar annem gelinlik giyecek ve ben fotoğraflarda gördüğüm şahane gelinliğin eteklerine, annemin üzerindeyken dokunabilecektim, tek amacım buydu. Hem belki arada bana da afilli bir elbise ayarlarlardı. Sebebi her ne olursa olsun, ben bir kardeş istiyordum. Ne bileyim sonradan boynuzun kulağı geçeceğini…
Huyum kurusun, biraz sütü bozuk bir çocuktum. Yaparım dediğim şeyi yaptırır, yapmam dediğim şeyi kralı gelse yaptıramazdı. Haliyle, kardeş isteme konusundaki eylemlerimin manevi işkenceye dönüşmesine kimse şaşırmadı. “Yutmam” dediğim köfteyle kaç gece ağzımda uyuduğumu bilen annem, mecbur kaldı beni susturmaya… Yeni gelecek çocuk da bana benzemesin diye gizli gizli dua ettiğini yıllar sonra itiraf etti ya, neyse.
Sonra bir güzel çocuk geldi ki aileye, Bedrettin Dalan yolda çevirip sevmişti kardeşimi Bostancı Deniz Otobüsü iskelesinin açılışında, hiç unutmam...
Çocuk bu, beşikte durduğu gibi durmuyor, yıllar geçtikçe büyüyor. Ancak yine de bir türlü deniz ve su korkusu geçmiyordu. Çook küçükken sığ suda ayağı kayıp düşmüş, birkaç saniye su altında kalınca paniklemiş, nurtopu gibi bir su fobisi sahibi olmuştu. Annemin şahane kriz yönetimi planları dahilinde bir gün elinden tuttuk, Burhan Felek Spor Tesisleri bünyesindeki (sonradan suyu temizlemek için klor yerine çamaşır suyu kullandıklarını öğrendiğimiz) kapalı yüzme havuzuna, profesyonel hocalara teslim ettik. Yaklaşık 1 yıl kadar, junior akademisyenlerin elinde “atla ulan suya” yöntemiyle bir türlü fobisini yenememesine şahit olduktan sonra, bir emekli bankacı, alaylı sporcu denk geldi kardeşime. Adamcağız yaklaşık 3 ay kadar havuzun yanına oturtup uzun uzun konuştu, anlattı, dostu oldu kardeşimin. Bir gün bir baktık, bizimkisi balıklama atlıyor! Annem ağlamıştı. Hain evlat Deniz ise “çok şükür klor kokulu garip tribünlerden kurtulma vakti geldi” diyordu içinden. Ama çok yanılıyordu. Büyük lokma ye, büyük konuşma lafının doğruluğunu o vakitlerde kavramıştım. Kardeşimin superman’i bir gün yine havuzda yüzme takımıyla fırtına gibi eserken, ben tribünlerde boncuk boncuk terler döküyordum. “Allah’ım bitse de gitsek” dualarım sırasında göbekli bir adam yaklaştı yanıma. Bende yaş 16 buçuktan 17… Yani yanıma tanımadığım bir erkek oturunca çığlık atmam için en elverişli yaş. Ben tam fırçayı basacakken, adamcağız derdini anlatmaya başladı…
Eski Caddebostan Balıkadamlar Spor Kulübü yeni Türk Balıkadamlar Kulübü’nün kadrolu antrenörü Barbaros Abi’ydi kendisi. İlerleyen yıllarda düdük sapıyla kız takımı döven, turnuvalarda otelden sokağa kaçmak için kullandığımız “Orkit lazım” bahanesine karşılık seyahatlere her boy kadın pediyle çıkan bir efsane olacaktı, hem kardeşimin hem de benim gözümüzde…
O gün sadece (masumca) bir maruzatını iletti: Kız takımına oyuncu lazımmış, bendenizin normalden 2 beden büyük omuzlarından feyz alarak davetten çekinmemiş. Annem detayları duyar duymaz adamcağızın üzerine atlayıp parçalamak istedi, inanmadı anlattıklarına. Zira bahsettiği takım “su altı rugby”si, antrenör diye kendisini tanıtan adam bildiğiniz kocaman “göbekli” bir amcaydı, Kabasakal’dan hallice...
Aynı akşam eve gidildi, babaya durum açıklandı. Baba hemen bazı telefon görüşmeleri yaptı . Meğersem çağrıldığımız kulüp dünyanın ilk balıkadam kulübü, çağıran adam Türkiye’nin ilk su altı rugbysi antrenörüymüş! Ertesi hafta antrenman saatinde, elimde cillop gibi Mares paletlerim, gözümde kocaman maskem ve neredeyse kolumun uzunluğundaki şnorkelimle, kulübün havuzundaydım. Babamın domestik tarafı hortlamıştı, kasaba çırak verir gibi attı beni havuza, Barbaros Abi’ye bir de “eti senin kemiği bizim hoca” selamı çaktı, kayıplara karıştı, gitti...
Bu arada kardeşim Oya, iyiden iyiye yüzmeyi sökmüş, suyun altından gider üstünden takla atar hale gelmişti. Günün birinde Barbaros Abi’nin yüksek emirleriyle huzura çağrıldı, ertesi hafta o da bizim takımda aldı soluğu. Takım bu esnada yeni alanlara el atmış, rugby yetmiyormuş gibi bir de sualtı hokeyi çıkmıştı başımıza. Babamın deyişiyle “dağ komandosu antrenmanları” tüm hızıyla sürüyor, turnuvalar, madalyalar, özel maçlar gırla gidiyordu.
Zaman geçti… Kız kardeşimle beraber kulübün havuzunda, tanımadığımız amcalardan yaşlı teyzesine, kulüp üyesinden telaşlı ebeveynlere pek çok “sufobik” insana yüzmeyi öğrettiğimiz, karşılığında da kulübün başka havuzlardan kiraladığı kulvarlara para vermemesini sağladığımız, imece usulü geçinip gittiğimiz kocaman bir ailenin üyesi olmuştuk. Kardeşim işi abarttı, spor akademisini kazandı !!!
Vaktiyle küveti bile dolu görünce ciyak ciyak bağıran velet, Türkiye’nin dört bir yanında eğitim dalışlarına giden, zihinsel ve bedensel engelli çocukların yüzme eğitiminde uzmanlaşmış hatta felçli bazı çocukları yürütmeyi başarmış bir empati kraliçesi olmuştu, okuldan eğitmen balıkadam olarak çıkmış, aklınıza gelecek hemen hemen her türlü “sulu” atraksiyona da bir yerinden bulaşmıştı.
Bendeniz “ofis girl olucam” hayallerimin peşinde göbek büyütürken, çocukluğu boyunca tombul olan kardeşim artık 34 beden giyiyordu!
Günlerden bir gün, Barbaros Abi tekrar aradı. İkimize de “kulübe geline” emri çıktı. Gittik. Ve bakın neler oldu…
Bu hikaye burada bitmez, hatta aslında yeni başlıyor ama, benim yüreğim el vermiyor daha fazla anlatmaya…
İyi seyirler !
Not1: Taç takan deniz kızının kardeşim olduğunu belirtmeme gerek yok herhalde.
Not 2: Yıkılmadım, ayaktayım !