20 Eylül 2012 Perşembe

Melek mİ, şeytan mı? 


İllüstrasyon: http://onstartups.com


Cep telefonlarından kol saatlerine kadar artık her şeyin başına “akıllı” sıfatının konulduğu şu günlerde sermayenin akıllısıyla, daha medeni bir deyişle “akıllı sermaye”yle de karşılaşabiliyoruz (*). “Ekosistem” sözcüğünü daha çok doğal çevrenin bileşenlerini tanımlamak için kullanırken, uzunca bir süredir iş ve yatırım dünyasındaki ilişkileri ve etkileşimleri tanımlamak için de özel bir tercih olarak belirleyebiliyoruz. Zihnimizde (**) yatırımcıların kapladığı alan çoğu zaman “para babası”, “tüketim”, “takım elbise” gibi sıkıcı kavramlarla örülmüşken, dimağımızda artık bu alandaki karanlık imajı ister istemez tepetaklak eden “melek yatırımcılar”ın pirüpak siluetlerine yer açabiliyoruz.

Tabii bu kavramların teolojiyle pek bir ilgisi yok. Yine de halen melek yatırımcıların işlevleri, dünyevi faydalarının yanı sıra bir anlamda "madde dünyasındaki manevi ek destek birimleri" olarak da tanımlanabilir herhalde.

Dün akşam, bu ve buna benzer yeni dünya işleyişlerine katkıda bulunacak faydalı bir konuşmaya katıldık. Kendini "yarı-yatırımcı" olarak tanımlayan, dünya çapında azınlığı oluşturan melek yatırımcılardan biri olan Go Beyond CEO'su Brigitte Baumann'ın Etohum Kafe Toplantısı'ndaki sunumunun, yatırımcılara ve girişimcilere kritik dersler verdiğine, yeni umutlar aşıladığına eminim. Değerleme (due diligence), kitle fonlaması (crowd funding) ve risk sermayedarları gibi şahsen derinlerine inebilecek detaylı bilgimin olmadığı kavramların arasında, yatırımcı çeşitliliğinin önemine, girişimlerin çok olup yatırımların az olduğuna, melek yatırımcılığın finansal bir araca dönüşme sürecine ve yatırım şirketlerinin start-up'ları satın almasının önemine değindi. Bunlar, işin iş dünyasını ilgilendiren tarafıydı.

Ama bireylerin, daha özelde işin, girişimcilerin iç dünyasını ilgilendiren tarafı da, iş dünyasının bizden hep beklediği ama nedense bazen bize izin vermekte zaman zaman zorlandığı önerilerdi. "Kendiniz olun ve buna cüret edin" demişti. Özgünlük, yüzlercesi arasında farklılaşmak ve dikkat çekmek demekti. Bireylerin, takımlara, takımların da zaman içinde iletişim ağını genişleterek “yardım hattı” işlevini yerine getirebilecek topluluklara dönüşmesi gerektiğini vurgulamıştı. Karşılıklı güven ve destek, bu anlamda birlikte büyümek demekti.  

Oysa iş dünyasının kendine özgü yeni ve nispeten daha özgür "ekosisteminde" bile, kalıtımsal rekabetin ve tek düzeliğin baskınlığı, yukarıdaki refreshments tadındaki serinletici önerileri, yine ister istemez, çocukluğumuzun kara civcivi Kalimero edasıyla, "ama haksızlık bu" dedirtecek kıvama getiriyor. Tavsiye edilen bu kavramların geçersiz olabileceğine dair umutsuzluk, Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarının bakış açılarına ve işleyişlerine yönelik de genişletilebilir. 

Etohum'un organizasyonu her zamanki gibi çok güzeldi. Baumann'ın konuşması, aslında gerçekçi ve somut önerileriyle salondaki birçok kişiye ilham verdi. Yanlış anlaşılmasın: Bu yazı, daha çok kurumsal bir gözlemden çıkan kişisel bir serzeniş. İş dünyasıyla iç dünyanın çakışması üzerinden bir tür dert yanma. Tek avuntusu ise, melek - şeytan sorgusuna girmeden önce, kişinin (girişimcinin veya sivil toplum kuruluşlarının) kendi boyutunu tayin edebileceğine ve bu süreçte elinden geleni yapabileceğine inanması. Bir adım ötesi, daha büyük kalabalıklara ulaşmak çünkü. Nitekim, Baumann da böyle der: "Belli bir aşamaya gelene kadar yapabileceğiniz çok şey var!"          


(*) "Biz" derken "dünya vatandaşları" kadar alabildiğine genel bir kullanım mevcut. 
(**) "Biz" derken "iş dünyasının uzak gözlemcileri" kadar alabildiğince özel bir kullanım mevcut. 



1 yorum:

aysun dedi ki...

Harika bir yazı! Eline sağlık.:)