30 Eylül 2012 Pazar
27 Eylül 2012 Perşembe
26 Eylül 2012 Çarşamba
25 Eylül 2012 Salı
24 Eylül 2012 Pazartesi
21 Eylül 2012 Cuma
Benim de Hoşuma Gitti :)
Gerçekten hoş bir benzetme. Paylaştığın için teşekkürler sevgili Nazlı. Yazmak ve caz müziği üretmek arasında yapılan bu karşılaştırmada gerçeğin payı büyük. Bence her ikisini de yapmak için bir derdin olmalı. Bir derdin olmalı ki, farklı bir sembol sisteminde onu ifade etme ihtiyacı isteyesin; bir tür sentez yapmaya esinlenesin. Cazın, Afrika ezgilerinin Kuzey Amerika sentezi ve Blues tonlarının Amerikan toplumuna iğreti eklenmiş siyahların kolektif bilincine işleyen acıların müziğe tercümesi olduğu yorumuyla yaklaşırsak, yazmak da benzer bir dışavurum ihtiyacının adres bulduğu bir eylem değil mi? Dolayısıyla öğretmek için her ikisinin de sıfır noktasını –belki de referans noktasını demeli— bulmak gerekir öncelikle. Oysa toplumsal olarak paylaşmak bir yana, bireysel olarak da herkesin ve her şeyin sıfır noktası görecelidir. Açıklanamaz bir mecburiyet hissederek ve kişisel bir keşif çabasıyla o noktayı kendimizde bulduğumuz yerdeki damlaların bir pınara dönüşmesi ve müzik, edebiyat, resim gibi bir kanala yatak olması ve beden-zihin-alet koordinasyonunun en güzel örneklerini vermesi? Öğretilmesi imkansız denecek kadar zor gerçekten.
Hoşuma Gitti :)
Writing is like Jazz. It can be learned, but it can't be taught.
PAUL DESMOND.
Aysun Hocam ne dersiniz? :)
PAUL DESMOND.
Aysun Hocam ne dersiniz? :)
20 Eylül 2012 Perşembe
Masal Değil, Alın Teri!
Bugün, koşu ayakkabısı nedir bilmeyen bir kız çocuğuyla tanıştım.
Kızın yaşı 12, bilemediniz 13.
Sadece pazardan alışveriş edecek kadar parası var ailesinin. O yüzden bir mağazaya girmişliği, “bana şu numaradan ayakkabı verin” demişliği yok, ne kendisinin ne de büyüklerinin. Ayakkabı numarasını da bilmiyormuş o yüzden. Pazara gidip tezgahtan sırayla ayağına deneyip “tamam bu oldu” diyip aldığı bez ayakkabılarıyla bir yarışa katılmış kız.
Yağmurlu, çamurlu bir günmüş. Yarış bitene kadar o çamurlar bez ayakkabıya yapışmış, ayaklarını ağırlaştırmış da ağırlaştırmış... Sonunda bez ayakkabılar dayanılmaz bir acı vermeye başlamış. Kız çıkartmış ayakkabıları, çıplak ayakla koşmaya devam etmiş. Yarış bitmiş, kızın çıplak ayakları yara bere içinde kalmış, kızı almış bir ağlama...
“Yetkili bir amca” gelip “evladım neden ağlıyorsun” demiş. Ayaklarını göstermiş kız, “ayakkabılar canımı acıttı, çıkarttım, çıplak ayak bitirdim yarışı” diye. Amca “senin ayak numaran kaç” demiş, “yeni ayakkabı alalım sana”. Kız bakmış, düşünmüş, “bilmem ki” demiş. “Bize hiç ayaklarımın numarası lazım olmadı ki”.
Amca gerçekten de kıza bir çift kırmızı koşu ayakkabısı almış.
Orta okuldaki beden öğretmeni “koş” demiş kıza yeni ayakkabılarıyla.
Kız koşmuş, koşmuş, dönmüş, dolaşmış, öğretmeninin yanına gitmiş: “Öğretmenim bu ayakkabılar o kadar güzel ki, sanki kendileri koşuyorlar, vallahi ben koşmadım!” demiş.
Bu kız çocuğu kırmızı ayakkabılarını çok sevmiş. Bir gün “ben bir yarış kazanacağım” demiş. Yarışın kiminle, nerede, nasıl olacağını hiç düşünmemiş. Önündeki kulvara bakmış sadece. “1. ben olacağım” diye yazmış kafasına. Koşmuş. Koşmuş. Koşmuş. Yarış bitmiş. Bir bakmış ki kendisi birinci olmuş. O sırada flaşlar patlamış. Başbakan aramış. Kameralar ona dönmüş. Kız şaşırmış, “neredeyim ben acaba” demiş. Onu televizyonlardan izleyen, gazetelerde resmini görenler “kızım sen neden hiç gülmüyorsun, neden bu kadar somurtkansın” demişler. Kız yanıtlamış: “Ben nerede olduğumun farkında değilim, sadece önümdeki kulvarda birinci gelmeye çıktım. Sonra bir baktım, burası çok kalabalıkmış.”
Orası Londra 2012 Olimpiyat oyunlarıymış.
Benim bugün tanıştığım kız çocuğunun ismi Aslı Çakır Alptekin’miş.
Bu aslında bir masal değil, alın teriymiş.
Aslı Çakır Alptekin’in gözlerindeki ışıltı, “kendi kendine koşan” kırmızı ayakkabılarına aşık olduğu o günden sonra bence hiç değişmemiş.
Alptekin, 2016’da da yarışıp, bugüne dek hiç üst üste 2 kez kazanılmamış o yarışı tekrar kazanıp, efsane olmak istiyormuş.
Gökten 3 elma düşmüş: Biri bana, biri bunu okuyanlara, biri de gözlerindeki ışıltıyı asla kaybetmeyen “alın teri severler”in başına.
Melek mİ, şeytan mı?
|
İllüstrasyon: http://onstartups.com
Cep telefonlarından kol saatlerine kadar artık her şeyin
başına “akıllı” sıfatının konulduğu şu günlerde sermayenin akıllısıyla, daha
medeni bir deyişle “akıllı sermaye”yle de karşılaşabiliyoruz (*). “Ekosistem”
sözcüğünü daha çok doğal çevrenin bileşenlerini tanımlamak için kullanırken,
uzunca bir süredir iş ve yatırım dünyasındaki ilişkileri ve etkileşimleri
tanımlamak için de özel bir tercih olarak belirleyebiliyoruz. Zihnimizde (**)
yatırımcıların kapladığı alan çoğu zaman “para babası”, “tüketim”, “takım
elbise” gibi sıkıcı kavramlarla örülmüşken, dimağımızda artık bu alandaki
karanlık imajı ister istemez tepetaklak eden “melek yatırımcılar”ın pirüpak
siluetlerine yer açabiliyoruz.
Tabii bu kavramların teolojiyle pek bir ilgisi yok. Yine
de halen melek yatırımcıların işlevleri, dünyevi faydalarının yanı sıra bir
anlamda "madde dünyasındaki manevi ek destek birimleri" olarak da
tanımlanabilir herhalde.
Dün akşam, bu ve buna benzer yeni dünya işleyişlerine katkıda bulunacak
faydalı bir konuşmaya katıldık. Kendini "yarı-yatırımcı" olarak
tanımlayan, dünya çapında azınlığı oluşturan melek yatırımcılardan biri olan
Go Beyond CEO'su Brigitte Baumann'ın Etohum Kafe Toplantısı'ndaki
sunumunun, yatırımcılara ve girişimcilere kritik dersler verdiğine, yeni
umutlar aşıladığına eminim. Değerleme (due diligence), kitle
fonlaması (crowd funding) ve risk sermayedarları gibi şahsen
derinlerine inebilecek detaylı bilgimin olmadığı kavramların arasında,
yatırımcı çeşitliliğinin önemine, girişimlerin çok olup yatırımların az
olduğuna, melek yatırımcılığın finansal bir araca dönüşme sürecine ve yatırım
şirketlerinin start-up'ları satın almasının önemine değindi. Bunlar, işin iş
dünyasını ilgilendiren tarafıydı.
Ama bireylerin, daha özelde işin, girişimcilerin iç
dünyasını ilgilendiren tarafı da, iş dünyasının bizden hep beklediği ama
nedense bazen bize izin vermekte zaman zaman zorlandığı önerilerdi.
"Kendiniz olun ve buna cüret edin" demişti. Özgünlük, yüzlercesi
arasında farklılaşmak ve dikkat çekmek demekti. Bireylerin, takımlara,
takımların da zaman içinde iletişim ağını genişleterek “yardım hattı”
işlevini yerine getirebilecek topluluklara dönüşmesi gerektiğini
vurgulamıştı. Karşılıklı güven ve destek, bu anlamda birlikte büyümek
demekti.
Oysa iş dünyasının kendine özgü yeni ve nispeten
daha özgür "ekosisteminde" bile, kalıtımsal rekabetin ve tek
düzeliğin baskınlığı, yukarıdaki refreshments tadındaki
serinletici önerileri, yine ister istemez, çocukluğumuzun kara civcivi
Kalimero edasıyla, "ama haksızlık bu" dedirtecek kıvama getiriyor.
Tavsiye edilen bu kavramların geçersiz olabileceğine dair umutsuzluk, Türkiye'deki sivil
toplum kuruluşlarının bakış açılarına ve işleyişlerine yönelik de
genişletilebilir.
Etohum'un organizasyonu her zamanki gibi çok
güzeldi. Baumann'ın konuşması, aslında gerçekçi ve somut
önerileriyle salondaki birçok kişiye ilham verdi. Yanlış anlaşılmasın:
Bu yazı, daha çok kurumsal bir gözlemden çıkan kişisel bir serzeniş. İş
dünyasıyla iç dünyanın çakışması üzerinden bir tür dert yanma. Tek avuntusu
ise, melek - şeytan sorgusuna girmeden önce, kişinin (girişimcinin veya sivil
toplum kuruluşlarının) kendi boyutunu tayin edebileceğine ve bu süreçte
elinden geleni yapabileceğine inanması. Bir adım ötesi, daha büyük kalabalıklara ulaşmak çünkü. Nitekim, Baumann da böyle der:
"Belli bir aşamaya gelene kadar yapabileceğiniz çok şey var!"
(*) "Biz" derken "dünya vatandaşları"
kadar alabildiğine genel bir kullanım mevcut.
(**) "Biz" derken "iş dünyasının uzak
gözlemcileri" kadar alabildiğince özel bir kullanım mevcut.
|
18 Eylül 2012 Salı
17 Eylül 2012 Pazartesi
16 Eylül 2012 Pazar
11 Eylül 2012 Salı
"Senin Ailen Bir Yalan Yavrum"
Lombak efsanesinin iki yaratıcısından biri, Bahadır Baruter’i teyzemin ben 10 – 12 yaşlarındayken eve getirdiği Limon dergisindeki çizgilerinden hatırlarım. Tesadüf bu ya, yine bir “aile” vesilesiyle çıktı karşıma. Ama bu kez ressam kimliğiyle, açtığı son sergiden bahseden bir gazete haberinde. Serginin adı “Senin Ailen Bir Yalan Yavrum”.
Eserlerden birinin ismi: “Akşam Baban Gelince”
Baruter, "Onlar anne- baba değil, çocukları sürekli geliştirmeye şuursuzca kendini vakfetmiş gerçek işçileridir ailenin. Çocuk ise mağdurudur. Aile denen yuvacık, çocukları kurgulayan bir nevi yetiştirme çiftlikleridir" diyor şu röportajında:
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=363914
Henüz yalnızca internetten görebildiğim eserlerin bazılarının bir ortak yönü var: Korkunun rengi. Çocukken her tehdit edildiğimde, her yalnız hissettiğimde ve her hayal kırıklığına uğradığımda dünyanın büründüğü renklerin aynısını bu eserlerde gördüm ve hayret ettim. Gerçekten de gözlerimin o eserlerdeki çocuklar gibi büyüdüğünü hisseder, etraftaki her şeyin yoğun bir sis ve duman perdesiyle örtüldüğüne şahit olurdum. Bazen evimizin kapısı hiç kapanmasın, hep açık kalsın ki o duman, o sis kaybolsun isterdim. Bazen de yorganı kafama çeker, camdan yüzüme vuran güneşe inat kendi sisli, puslu dünyamda sonsuza kadar öylece beklemek...
Hayır, karamsar değilim, sadece gerçekçiyim. Ve gerçekler bazen çok karanlık.
Bahadır Baruter'in, x-ist’teki Senin Ailen Bir Yalan Yavrum başlıklı sergisi 13 Eylül-13 Ekim tarihleri arasında görülebilir. Görülmeli. Görün! Sakın kaçırmayın diyor, ustaya bu vesileyle bir kez daha saygılarımı sunuyorum.
Ve altına büyük harflerle imzamı atmak istediğim, yine ustanın bir röportajından ( http://www.haberturk.com/yasam/haber/774958-baruterden-tekinsiz-aile-tablolari ) alıntı şu sözlerle yazıyı noktalamak istiyorum:
“...Çünkü kapitalizm bunu istiyor. İnsanlar evlilik ve aile üzerinden tüketime teşvik ediliyor. Bir ailen yoksa toplum içinde birey olarak fazla bir değerin olmuyor. En saygı duyulacak işi bile yapsan, özgeçmişin "Evli, üç çocuk babası" diye bitiyor...”
Online culture is the culture!
Online
kültür, kültürün ta kendisi!
Webrazzi,
Campaign TR, Milliyet ve Marjinal Porter Novelli’nin sponsorluğundaki
Trendwatching semineri 6 Eylül’de The Seed’de gerçekleşti ve Marjinal Porter
Novelli olarak biz de etkinliğin sıkı takipçileri arasındaydık.
Konferans Trendwatching.com‘un yönetici ortaklarından Küresel Araştırma Birim Lideri Henry Mason’ın ‘Tüketici Trendleri’ sunumu ile başlayıp Trenddesk’in kurucusu Zeynep Akhun’un sunumu ve workshop’u ile devam ederek sona erdi.
Tüketici
eğilimlerini Webrazzi örneklerle kısaca
şöyle aktarıyor: Güney Afrika’daki bir otelde yiyeceklerinizi çiftçilerle
beraber seçmeniz, Çin’de uzaydan size kartpostal gönderilmesi için adresinizi
paylaşmanız, Ikea’dan eldiveninizle iPad’i kontrol edebilmek için hediye edilen
özel bir iplik almanız veya dükkanınızı bir öyküye dönüştürmeniz, bir otel
zincirinin usta aşçısından evde yemek dersi almanız, sıradan bir tatile değil
bir safari turuna profesyonel bir fotoğrafçıyla beraber çıkmanız ya da
profesörler ve haber spikerlerinin rehberliğinde politik/siyasi bir tura
katılmanız…
Bizim
ise aklımızda kalan ve heyecan verici bulduğumuz bazı eğilimler Dubai’deki bir
pizza dükkanının Bluetooth pizza sipariş magnet butonu, KLM’in seyahatlerinizi
sosyalleştiren ‘Meet and Seat’ uygulaması, insan gücüyle spor yapıp
izleyebileceğiniz açık hava sineması ve bir ayda 400 bin kullanıcıya ulaşan ‘Judge
Me! (Beni Yargıla!) uygulaması, Oreo’nun eşcinsel yürüyüşü dönemine özel
gökkuşağı renklerindeki kurabiyeleri gibi birçok yaratıcı ve yenilikçi fikirler
oldu.
Toms’un
her bir çift ayakkabı satın alışınızın Afrika ülkelerindeki çocuklara bir çift
ayakkabı bağışlaması ve lezzetli sushi’lerinizi yerken chopsticklerinizin
ucundaki tohumların fidana dönüşmesi gibi sosyal sorumluluk kampanyaları ise
cabası.
Gökdelenlerin
göğü delerken yeşil doğaya katkı sağlayabildiğini gördüğümüz ve her katından
ağaçların fışkırdığı yüksek binalar, yolculuklarda uçak, tren ya da otobüsün
gecikmesi durumunda tam da belirttiğiniz gecikme süresi kadar bir zamanda
okuyabileceğiniz kitaplar ve öyküler; sevdiklerinizin fotoğraflarını kumaşlara
bastırarak yaptıracağınız kanepe yastıkları ise ufuk açıcı fikirlerden sadece birkaçı.
Azıcık
korkutmalı mı sevindirmeli mi emin olamadığımız ama “Artık daha neler olur kim bilir!”
dedirten uygulamalar arasında ise fotoğrafını çektiğiniz karede görünen ama
tanımadığınız birinin ismini buldurmak, AVM’ye girdiğinizde “kısa, dantelli,
siyah elbise arıyorum dediğinizde size onu hangi mağazalarda bulacağınızı
gösteren uygulamalar, tenis raketine konan bir çip ile o maçta yaptığınız
hataları size sonradan aktararak koçluk yapan uygulamalar...... Hem hayret verici hem de düşündürücü değil
mi?
Aşağıdaki
linkleri de yazıda bahsettiklerimize paralel olarak incelemenizi öneriyor bir
sonraki Trendwatching seminerini heyecanla beklediğimizi söyleyerek kapanışı
yapıyoruz.
Şimdi
bilgisayarınızı alın ve koltuğunuza uzanıp Kasier Chiefs’in size sunduğu 20
şarkıdan 10’unu seçerek kendi CD’nizi yapın, yapmakla kalmayın onu itunes’da
satın ve keyfinize bakın.
Yaratıcı ve özgün günler dileriz…
Aysun & Özgür
5 Eylül 2012 Çarşamba
Bi Tabak Mutluluk!
Zeki ile fırsat bulduğumuzda gittiğimiz ve "Casım'ın Mekan" diye yeniden adlandırdığımız bir yer.
Saygı ve sevgi çerçevesi içerisinde; doğal, kaliteli
ve kusursuz bir hizmet vermeyi, rahat edebileceğiniz ferah ortam oluşturmayı,
misafirlerini mutlu ve huzurlu görebilmeyi görev edinmiş, profesyonel
hizmet anlayışı ile ekip ruhunun getirdiği sinerjiden yararlanarak en üst düzey
insan ilişkilerini kurup, mesleki becerileri ışığı altında müşterilerinin her
türlü lezzet ve hizmet beklentilerini çözüp, müşteri memnuniyetini en üst
düzeyde sağlamak amacıyla hiç bir
konuda taviz vermeden, kalite-fiyat-termin açısından rekabet edebilir seviyede
müşterilerine hizmet edebilen ve en üst düzeyde hizmet sunan, müşteri
memnuniyetini ve sağlığını ön planda tutan kârlı, kararlı ve kaliteli bir mekan.
Son gidişimizden iki güzel kare :)
p.s: Fotoğrafta gördüğünüz yemek menüdeki adıyla "Tabak da Tavuk" kesinlikle tatmanız gereken bir mutluluk kaynağı.
Adres: Beyoğlu İstiklal Caddesi İmam Adnan Sokak No:3/B Taksim
İmza: Sonradan Gurme
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)