15 Eylül 2010 Çarşamba

Başarının 3 Sırrı: Yetenek, Hırs ve İyi Bir Tatil!

Yetenekli miyim bilemiyorum. Bana gelene kadar ne yetenekler var...
Pek hırslı olamadım hayat boyu. Hırstan kuduranların hayatlarında hiç yüksek bir tepeden şehre bakmadıklarını, ne kadar küçük olduğumuzu bilmediklerini düşünmüşümdür.
Ama tatil... Başlıktaki söze esas içinde tatil geçtiği için bayılırım. Vakti zamanında bulaştığım ve 5 yıl kadar kopamadığım turizm sektörü ve yurdum insanı sağ olsun, tatil ve tatilciler hakkında, 30 kısım tekmili birden kuponla dağıtılacak anı biriktirdim. 5 yıldızlı otel ve tatil köyü broşürlerine bir bakışta odanın kaç metrekare olduğunu, açık büfede aynı eti kaç farklı yemekte kullandıklarını söylerim. Çok güzel tatil köyü reklam seslendirmesi yaparım, sahleplerin bebek mamasından yapıldığı 2.5'tan 3 yıldızlı oteller bilirim.
Hal böyle olunca bana "tatil" dediniz mi, prensiplerim vardır. İlki ve en değişmezi de, her yıl hiç görülmemiş bir şehir/yöre/ülke görmek - o yerde bir evde kalmak. Bu yıl bayram sayesinde (ve elbette bana 2.5 gün izin veren yönetime saygılarımla diyeceğim de, bir dedikoduya göre Asuman Hanım kafa dinlemiş ben yokken...) kocaman bir haftam oldu gezip tozmak için.

Altın Kızlar tadında annem ve ben, öncelikle Bodrum Gölköy'de bulunan, ailemizin çeşitli fertleri tarafından yılın farklı zamanlarında ziyaret edilen, rahmetli amcamın bu dünyada bıraktığı en faydalı eser olan, tek katlı taş eve attık kendimizi. Tatilcilere ilk uyarı: Pegasus'la uçarken 15 kg'dan fazla bavullarınız için ödeyeceğiniz para evlat acısı gibidir. Ancak online c-in yaparken bagaj kapasitesi bildirirseniz, her fazla kilo için normal ücretin 4'te 1'ini ödersiniz, benden söylemesi.

Cumartesi gece yarısına doğru vardığımız Bodrum, havasıyla suyuyla daha ilk dakikalardan yorgun şehirli bünyelerimizi sarhoşa çevirdiğinden, yaptığımız ilk çılgınca şey, uyumak oldu.
Ertesi sabah, şöyle bir görüntüye karşı açtım gözümü: Eski bir radyo, kapağı Almanca yazılı Nivea krem, iki odanın arasındaki duvarda mücevher gibi duran Bodrum mavisi ahşap pencere ve bir gaz lambası. (Bu manzara çok tatlı değil mi? Yoksa ben mi yaşlanıyorum?)















Pazartesi akşamı, annemle meşhur merkeze indik. Dombili yanakları güneşten al al olmuş İngiliz ablaların peşinde tek sıra yağız yurdum delikanlıları, 3. sınıf sahte çanta ve deri ceketleri turistlere satarken sanki Cavalli'nin Robertosu amca oğullarıymış gibi kendilerine güvenen çarşı esnafı, kalabalık gruplar halinde dolaşırken ayağınıza basmaktan çekinmeyen Fransızlar, Bodrum caddelerini turlayan Halikarnas kamyoneti ve arkasında dans eden (bunlar kadınsa ben hamam böceğiyim dedirten) güzel yaratıklar, güneş battıktan sonra bile güneş yağı kokan sokaklar... Özlemişim seni Bodrum!

Ama ben ne demiştim? Her yıl yeni bir yer. Araştırmacı (!) kimliğimle Bodrum'dan Datça'ya seyir süresi 2 saat olan feribotun varlığını keşfettiğim gün, annemle "senin bir arkadaşın vardı hani..." diye başlayan dialoğumuz, "Biz geliyor Gülseren Teyze" konseptli telefon konuşmasıyla sona ermişti. Ve işte o Datça günü geldi! Bodrum Marina'dan kendimizi Üsküdar motorundan hallice bir alete attık, dört bir yandan deniz manzaralı en üst kata yerleştik.
















Yolculuğun ilk saatini biraz geçirmişken, "açıkta yunus var" çığlığıyla teknenin sağ tarafına koşturduk. Vallahi de vardı. Ama çok uzaktan, sadece bir kuyruk boyu (mavi boyaya batan 2 numara resim fırçasına benziyordu manzara) görebildik yunusları. Annem yol boyunca "ben 30 yıl önce gelmiştim buralara, hey gidi hey hey" diye naftalin kokan anıları anlatıp dururken, ben 2 gündür 30 faktörlü kremin etkisiyle kısık ateşte yaktığım yüzümü gözümü hakiki ceviz yağına bulamakla meşguldüm. Hayrettir, annemi normalde deniz tutmasına rağmen o kadar çeneye midesi bulanmadan (Asuman Hanım'ın "çene ırsiymiş demek" tespitini duyar gibiyim) oturdu yerinde. Bir ara o kadar daraldım ki, Nokia'mdaki Ovi Maps'ten açık denizde bulunduğumuz noktaları sırasıyla işaretleyip Deniz 1, Deniz 2 diye isimler verirken buldum kendimi. Ve neyse ki çok geçmeden Datça güzel yüzünü gösterdi.

"Tanrı sevdiği kullarını Datça'ya bırakırmış" sözü de muhteşem manzarayla kanıtlanmış oldu. Datça'da feribottan inince, kalacağımız Mesudiye'ye ulaşmak için, önce merkeze giden servise sonra da bir minibüse daha binmemiz gerekiyordu. Peki Datça'ya gidilir de Eski Datça içindeki Can Yücel evi görülmez miydi? Elbette görülürdü! Peki neredeydi bu Eski Datça?

Bizi feribotun yanaştığı koydan merkeze götürecek aracın şöförüne "Abi bu nereye gider" diye sorunca daha "Eski Datça'dan geçiyorsa bizi indir" demeye kalmadan, adamın bana "Sence nereye gider" diye terslenmesiye, bu yörede yolumu kimseye sormadan bulmaya karar vermem bir oldu. Feribot servisine bindikten 10 dakika sonra "Eski Datça galmasın" diyen aksi şöföre inat 3,5 dakikada sallana sallana indik otobüsten (Kadın terörü çok tehlikeli bir hadisedir, uzak durunuz.)















Cebren ve hileyle ve tabanvayla bulduğumuz ev, kapı duvar çıktı. Meğer hala içinde karısı yaşarmış. Anma günü haricinde de ziyarete kapalıymış. Peki dedik, bahçesinden bir fotoğraf alıp merkeze giden bir başka araç bulmak üzere Eski Datça'nın günebakan çiçeklerine veda ettik.
Ve nihayet Mesudiye'deyiz. Bir aile evinde kalabalık bir sofraya oturmayalı ne kadar da uzun zaman olmuş meğer... Yıldızların dünyaya en yakın durduğu o cennet parçasında ısrarlar üzerine 1 gün yerine 2 gün kaldık. "Köyden tutulmuş tavuk", "bahçeden kopmuş patlıcan", "mevsimi gelmiş taze badem" ve "gerçek hayat"tan tatma fırsatımız oldu. İşte bayramlık bikiniyi hakeden o plaj:
















Dönüşte feribot Bodrum'a yanaşırken "burası da amma kalabalık yahu" demişim. İnsanoğlu işte nasıl da nankör. 4 gün önce "aman da ne iyi ettik" diye havalara uçan bünyem, Datça cennetinden sonra Bodrum'a büyük şehir muamelesi yaptı.
Ve ardından yine Gölköy'ün tepelerinde, Bodrum rüzgarına karşı ana kız dedikodusu, her gün biraz daha çok sürdüğümüz plaj sefası ve "ben de dövme istiyorum" diyen anneme motif önerileriyle geçen son günlerimizi yaşadık.
Ah be tatil. Ne güzel şeysin sen...

5 yorum:

asuman dedi ki...

ben şu anda olayı keşfettim:) deniz geldi geleli blog yazilari azaldı. çünkü çenesi gibi parmakları kuvvetli ve o kadar akıcı yazıyor ki, 2 satır yazabilen bizlerin şevki, doğal olarak kırılıyor:) parmaklarına sağlık "kalbur" denissss:)

cemal dedi ki...

insan kütlesinin, aşağı yukarı yüzde ikisine, belki biraz daha fazlasına (kişi istediği oranı versin, ucu açık) tekabül eden kısmı (100 milyardan fazla nöron içeren kafatası içinde bulunan organı) nasıl ve ne kadar kullandığı önemli. bir örnek, bana aşk dense, erkek-kadın derim, kalp çizerim ve sansüre takılacak bir kaç şey daha eklerim, bu kadar. oysa ki nazım, vedat türkali binlerce sayfa söyleyecek bir şeyler bulabiliyorlar. Halbuki bak ben bittim, yazacak daha bir şeyim kalmadı. ekmekle beslenmenin getirisi. ancak günlük üç dakika calıştırabiliyor, bünye ağır ise bu iki dakikaya kadar düşüyor. sonraki kalan zamanı ise etrafa boş boş bakmakla geçiriyor ekmekle beslenen primat türü. kendini yenileme ve üretime katılma yine üç yüz elli gram ekmek yemekle oluyor. kısacası üc yüz elli gram ekmekle kendini yenileyen ben, deniz'lerin oluşuna seviniyorum.

dilek dedi ki...

yorum yazacaktım ama cemal'in yazdigindan sonra durdum kaldim. çıkıyorum aradan:)

handans dedi ki...

olağanüstü, asu haklı, nasıl bir "akıcılık" ve "şevk kırıcılık" bu?! :)

Leylan dedi ki...

ben bayılıyorum yazdıklarına. devam!