24 Eylül 2010 Cuma

MPN'den Cuma manzaraları...





Haftayı da böyle kapattık. Misafir sanatçımız Sinem Dönmez'e bize eşlik ettiği için çok teşekkür eder, bir daha ki Cuma gününe arabesk albümüyle gelmesini temenni ederiz.:))

23 Eylül 2010 Perşembe

Eray Teyze'min Güzelliği Gözlerimi Kamaştırdı :)


Nadyamızın Yaş günü

Etkinliklerin ve toplantıların çok olduğu bir güne rastlamıştı Nadyowskinin yaşgünüsü, çoğumuz yoktuk:( Gaspar bile yok düşünün ki:)
Seni çok seviyoruz nadyoşşşşşşşşş.... Her türlü domuzluklarını, fırçalarını, titizliğini, dostluğunu, hayvan sevgini...

22 Eylül 2010 Çarşamba

Yaza hoşçakal derken arkama dönüp son bir bakayım dedim :)





























Bir yıl sayıklayıp durduğum diyar-ı Gökova'ya bayram öncesi büyük bir hasretle kavuştum... Bu kez daha uzun bir birlikteliğimiz oldu eşsiz doğası ve sıcak insanlarıyla.. Son bir günü de Alp dostumla geçirdim... Çıldırmış gibi fotoğraf çektik... (Farkettim ki ortaokul öğrencisinin yazdığı günlükler gibi olacak bu metnin sonu :)) "sevgili günlük, bugün okul çok sıkıcıydı, 2A daki Berke bugün benimle hiç ilgilenmedi...." gibi... En iyisi ben susayım da objektifimiz konuşsun...)

Not: Makro Yusufçuk ve yabani arı Alp'in objektifindendir
...

17 Eylül 2010 Cuma

Cannnnnnnnnn'dan Haberler




Serpil, evde çocuk mu bakıyor sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz! :) Dün akşam, aynı zamanda komşum olan Serpil'e baskına gittim. Kendimi bir günün içinde buluverdim. Tüm komşular toplanmış, oohhhh muhabbetin belini kırıyorlardı. Bir de herkes bir şey yapıp getirivermiş. Elimde tabak, ne yiyeceğimi şaşırdım. Yok efendim o tatlı albeniyle yapılmış, elmalı tatlı kan yaparmış falan filan:)

Şaka bir yana Serpilim çok uykusuzdu. Bizim afacan doymadığı gibi hiç de uyumuyormuş. Büyümüş, bıdık bir şey olmuş. Mis gibi kokuyordu:)
*Daha kalabalık bir kadın grubu vardı ama yerlerinde bir türlü duramadıkları için bu kadar çekebildim. Yemek yerken beni de yiyecekler korkusuyla resim çekemedim:))))

15 Eylül 2010 Çarşamba

Başarının 3 Sırrı: Yetenek, Hırs ve İyi Bir Tatil!

Yetenekli miyim bilemiyorum. Bana gelene kadar ne yetenekler var...
Pek hırslı olamadım hayat boyu. Hırstan kuduranların hayatlarında hiç yüksek bir tepeden şehre bakmadıklarını, ne kadar küçük olduğumuzu bilmediklerini düşünmüşümdür.
Ama tatil... Başlıktaki söze esas içinde tatil geçtiği için bayılırım. Vakti zamanında bulaştığım ve 5 yıl kadar kopamadığım turizm sektörü ve yurdum insanı sağ olsun, tatil ve tatilciler hakkında, 30 kısım tekmili birden kuponla dağıtılacak anı biriktirdim. 5 yıldızlı otel ve tatil köyü broşürlerine bir bakışta odanın kaç metrekare olduğunu, açık büfede aynı eti kaç farklı yemekte kullandıklarını söylerim. Çok güzel tatil köyü reklam seslendirmesi yaparım, sahleplerin bebek mamasından yapıldığı 2.5'tan 3 yıldızlı oteller bilirim.
Hal böyle olunca bana "tatil" dediniz mi, prensiplerim vardır. İlki ve en değişmezi de, her yıl hiç görülmemiş bir şehir/yöre/ülke görmek - o yerde bir evde kalmak. Bu yıl bayram sayesinde (ve elbette bana 2.5 gün izin veren yönetime saygılarımla diyeceğim de, bir dedikoduya göre Asuman Hanım kafa dinlemiş ben yokken...) kocaman bir haftam oldu gezip tozmak için.

Altın Kızlar tadında annem ve ben, öncelikle Bodrum Gölköy'de bulunan, ailemizin çeşitli fertleri tarafından yılın farklı zamanlarında ziyaret edilen, rahmetli amcamın bu dünyada bıraktığı en faydalı eser olan, tek katlı taş eve attık kendimizi. Tatilcilere ilk uyarı: Pegasus'la uçarken 15 kg'dan fazla bavullarınız için ödeyeceğiniz para evlat acısı gibidir. Ancak online c-in yaparken bagaj kapasitesi bildirirseniz, her fazla kilo için normal ücretin 4'te 1'ini ödersiniz, benden söylemesi.

Cumartesi gece yarısına doğru vardığımız Bodrum, havasıyla suyuyla daha ilk dakikalardan yorgun şehirli bünyelerimizi sarhoşa çevirdiğinden, yaptığımız ilk çılgınca şey, uyumak oldu.
Ertesi sabah, şöyle bir görüntüye karşı açtım gözümü: Eski bir radyo, kapağı Almanca yazılı Nivea krem, iki odanın arasındaki duvarda mücevher gibi duran Bodrum mavisi ahşap pencere ve bir gaz lambası. (Bu manzara çok tatlı değil mi? Yoksa ben mi yaşlanıyorum?)















Pazartesi akşamı, annemle meşhur merkeze indik. Dombili yanakları güneşten al al olmuş İngiliz ablaların peşinde tek sıra yağız yurdum delikanlıları, 3. sınıf sahte çanta ve deri ceketleri turistlere satarken sanki Cavalli'nin Robertosu amca oğullarıymış gibi kendilerine güvenen çarşı esnafı, kalabalık gruplar halinde dolaşırken ayağınıza basmaktan çekinmeyen Fransızlar, Bodrum caddelerini turlayan Halikarnas kamyoneti ve arkasında dans eden (bunlar kadınsa ben hamam böceğiyim dedirten) güzel yaratıklar, güneş battıktan sonra bile güneş yağı kokan sokaklar... Özlemişim seni Bodrum!

Ama ben ne demiştim? Her yıl yeni bir yer. Araştırmacı (!) kimliğimle Bodrum'dan Datça'ya seyir süresi 2 saat olan feribotun varlığını keşfettiğim gün, annemle "senin bir arkadaşın vardı hani..." diye başlayan dialoğumuz, "Biz geliyor Gülseren Teyze" konseptli telefon konuşmasıyla sona ermişti. Ve işte o Datça günü geldi! Bodrum Marina'dan kendimizi Üsküdar motorundan hallice bir alete attık, dört bir yandan deniz manzaralı en üst kata yerleştik.
















Yolculuğun ilk saatini biraz geçirmişken, "açıkta yunus var" çığlığıyla teknenin sağ tarafına koşturduk. Vallahi de vardı. Ama çok uzaktan, sadece bir kuyruk boyu (mavi boyaya batan 2 numara resim fırçasına benziyordu manzara) görebildik yunusları. Annem yol boyunca "ben 30 yıl önce gelmiştim buralara, hey gidi hey hey" diye naftalin kokan anıları anlatıp dururken, ben 2 gündür 30 faktörlü kremin etkisiyle kısık ateşte yaktığım yüzümü gözümü hakiki ceviz yağına bulamakla meşguldüm. Hayrettir, annemi normalde deniz tutmasına rağmen o kadar çeneye midesi bulanmadan (Asuman Hanım'ın "çene ırsiymiş demek" tespitini duyar gibiyim) oturdu yerinde. Bir ara o kadar daraldım ki, Nokia'mdaki Ovi Maps'ten açık denizde bulunduğumuz noktaları sırasıyla işaretleyip Deniz 1, Deniz 2 diye isimler verirken buldum kendimi. Ve neyse ki çok geçmeden Datça güzel yüzünü gösterdi.

"Tanrı sevdiği kullarını Datça'ya bırakırmış" sözü de muhteşem manzarayla kanıtlanmış oldu. Datça'da feribottan inince, kalacağımız Mesudiye'ye ulaşmak için, önce merkeze giden servise sonra da bir minibüse daha binmemiz gerekiyordu. Peki Datça'ya gidilir de Eski Datça içindeki Can Yücel evi görülmez miydi? Elbette görülürdü! Peki neredeydi bu Eski Datça?

Bizi feribotun yanaştığı koydan merkeze götürecek aracın şöförüne "Abi bu nereye gider" diye sorunca daha "Eski Datça'dan geçiyorsa bizi indir" demeye kalmadan, adamın bana "Sence nereye gider" diye terslenmesiye, bu yörede yolumu kimseye sormadan bulmaya karar vermem bir oldu. Feribot servisine bindikten 10 dakika sonra "Eski Datça galmasın" diyen aksi şöföre inat 3,5 dakikada sallana sallana indik otobüsten (Kadın terörü çok tehlikeli bir hadisedir, uzak durunuz.)















Cebren ve hileyle ve tabanvayla bulduğumuz ev, kapı duvar çıktı. Meğer hala içinde karısı yaşarmış. Anma günü haricinde de ziyarete kapalıymış. Peki dedik, bahçesinden bir fotoğraf alıp merkeze giden bir başka araç bulmak üzere Eski Datça'nın günebakan çiçeklerine veda ettik.
Ve nihayet Mesudiye'deyiz. Bir aile evinde kalabalık bir sofraya oturmayalı ne kadar da uzun zaman olmuş meğer... Yıldızların dünyaya en yakın durduğu o cennet parçasında ısrarlar üzerine 1 gün yerine 2 gün kaldık. "Köyden tutulmuş tavuk", "bahçeden kopmuş patlıcan", "mevsimi gelmiş taze badem" ve "gerçek hayat"tan tatma fırsatımız oldu. İşte bayramlık bikiniyi hakeden o plaj:
















Dönüşte feribot Bodrum'a yanaşırken "burası da amma kalabalık yahu" demişim. İnsanoğlu işte nasıl da nankör. 4 gün önce "aman da ne iyi ettik" diye havalara uçan bünyem, Datça cennetinden sonra Bodrum'a büyük şehir muamelesi yaptı.
Ve ardından yine Gölköy'ün tepelerinde, Bodrum rüzgarına karşı ana kız dedikodusu, her gün biraz daha çok sürdüğümüz plaj sefası ve "ben de dövme istiyorum" diyen anneme motif önerileriyle geçen son günlerimizi yaşadık.
Ah be tatil. Ne güzel şeysin sen...

14 Eylül 2010 Salı

12 Dev Adam Nadal'a Karşı

Bu sene iznimi 28 Ağustos-13 Eylül arasında kullandım ve Amerika'ya, kardeşimin yanına gittim. Yani tam da Dünya Basketbol Şampiyonası tarihlerinde. Aynı tarihlerde Amerika Açık Tenis Turnuvası da yapıldığından her gün tenis karşılaşmalarını izledik. Her ne kadar tenis şöleninden memnunduysak da aklımız Türkiye'deydi bir yandan. Çünkü tıpkı haberlerde olduğu gibi sporda da Amerika kendine dönük yayın politikası izleyip sadece kendi basketbol maçlarını gösterdi. Bizim 12 Dev Adam'ın ilk maçları aldığını internetten öğrendikçe yerimizde duramaz olduk. Çeyrek final ve yarı finali internet başında, maç notlarını veren gazete sayfalarını sürekli "refresh" yaparak izledik. Tek isteğim finali Amerika ile oynamamızdı; böylece milyonlarca Türkün heyecanını ve keyfini paylaşabilecek ve maçı televizyondan izleyebilecektik - üstelik Amerika'da! (Neden bilgisayardan seyretmedin demeyin, tesis yetersizdi).
Sonunda istediğim/inandığım oldu ve maçı büyük gururla seyrettik. Sonucun ne olduğu gerçekten çok önemli değil. Ama şunu bizzat yaşadım: Sporda kazanılan başarılar bir ülke için en büyük reklam. Maçı sunan spiker takımımız hakkında çok güzel şeyler söyledi, özellikle Hidayet'i (onların deyimiyle Hedo'yu) çok övdü. Biz zaten biliyoruz. Onlar 12 Dev Adam!

3 Eylül 2010 Cuma

Zeynep Kılınç'tan Şiir:)

Hayatıma check up yaptırdım

Gözüme giren birileri varmış, çok oynama batarsa çıkaramayız dediler, şimdilik zararı yokmuş
Kulağıma kar suyu kaçmış, cutipsle çıkarabilirmişim
Bu arada başkalarının taktığı tüm küpeleri çıkartmışlar, nasıl olsa gene takarlar diye..
Kalbimde 3-4 dost ve bir sürü arkadaş, bir de mangal bulunmuş, mangal eskiymiş ama hala iş yapar dediler
Mangalı incelerlerken eski yaraların izlerine ve dikişlerine de bakmışlar, hepsi mükemmel durumdaymış
İltihap kapan falan yokmuş
Dostlarına ve arkadaşlarına iyi bak, kaybedersen çok yaşamazsın dediler
Burnumun direğindeki sızı annenin yokluğundan dolayı, bunun çaresi yok dediler
Dilimin tüm tüyleri bitmiş, yeniden bir tertip ekmişler. Yakında çıkarmış ve kullanabilecekmişim hemen
Saçımdaki tüm çöpleri ayıklamışlar ve bir daha süpürge olarak kullanmayım diye de konusunda uzman birine kısacık kesmişler
Beynimin etini yiyenler hakkında suç duyurusunda bulunmuşlar, kıymetli ve nadir bulunan Türk Malına zarar vermekten dolayı
İyi haber; hala kullanabileceğim çok büyük kısmı sağlam duruyormuş
Karnımda durmadan çalan zillerin ayarlarını yapmışlar yeniden, zaman ayarları bozulmuş meğerse
Ciğerim ise 5 değil çooook para ediyormuş ve organ bağışı yapmak istersem çok alıcı bulurmuşum
Boynumun bir iki borcu kalmış, onu da takside bağlamışlar..


Bu da kızımız Lucy

1 Eylül 2010 Çarşamba

Gaspar'a Posta Koyan Karga


Her sabah balkona gelip, Gaspar'a söyleniyor, söyleniyor sonra uçup gidiyor. Delinin Gasparimla ne sorunu var anlamadim.

Veeeee Can Bebek karşınızda!

İşte Beklenen Haber

Canımız Serpilimiz bugün Can'ına kavuştu. Şu anda her ikisi de çok iyi, henüz Can'ın fotoğrafını paylaşmıyoruz, malum çok yüksek bedellere verilecek ilk foto:P

Amaaa işte yılın en güzel annesinin ilk fotosu:)

Sağlıkla büyü Can'cım, aramıza hoşgeldin...