29 Ocak 2014 Çarşamba
21 Ocak 2014 Salı
2007'den 2014'e
Hrant’ın katledilişinden bir yıl dört gün sonra yazmıştım bu yazıyı. Yıllar sonra ilk kez, bir dönem birlikte çalıştığımız arkadaşımız Emre Hacısalioğlu'nun blogunda yayınladım 19 Ocak Pazar günü. Yeniden okuma fırsatı buldum sizlerle de paylaşayım dedim.
Emre'nin bloguna comolok.co adresinden ulaşabilirsiniz. Tavsiye ederim, çok güzel yazılar gelecek.
Rol Modeli
Amerikalıların Kennedy ile başlayan ve artık klasikleşmiş bir sendromudur; “Neredeydin?” sorusu. Tamı tamına bir yıl dört gün evvel haberi aldığımda İngiltere’nin Essex kantonunun en yoksul kasabalarından biri olan Tilbury’de, bir s.u.v’nin yolcu koltuğundaydım. Arabayı aynı zamanda beni işe alan emlak acentesinin ortağı olan bir akrabam kullanıyordu. İngiltere’deki üçüncü ayımdı ve zamanımın çoğunu tıpkı o günkü gibi arabada geçiriyordum.
Görevimiz oldukça basitti. Tilbury gibi hava karardıktan sonra yabancıların girmeye korktuğu kasabaları sabahtan akşama kadar arşınlayıp önünde “satılık” ye da “kiralık” yazan tabelalar bulunduran evlerin kapılarının altından firmamızın broşürlerini atıyorduk. Broşürler firmanın adı, Google Images’dan araklanmış logosu, sloganı ve gerekli iletişim bilgileriyle doluydu. Evlerin çoğu çoktan rakip emlakçıların portföyüne dahil olmuştu. Gerilla taktiklerimizin birincil amacı da söz konusu evlerin sahiplerini, mülklerinin pazarlama işlerini firmamıza devretmeleri konusunda ikna etmekten ibaretti. Bir nevi korsanlık yani.
Çoğunlukla başarısız oluyorduk. Firma hem yeni kurulmuştu hem de bütçe açısından kıyas kabul etmeyecek derecede kısıtlı imkanlara sahipti. Rakip firmaların ilan verdiği gazetelerde reklamımızı yayımlatmak bir yana dursun, çoğunlukla faks makinesinin faturalarını dahi ödeyemediğimizden sokağın karşısındaki gazete bayiinden yararlanıyorduk. Reklam yapmanın en ucuz ve kolay yolu arabaya atlayıp kapı kapı dolaşmaktı. Ofisin diğer çalışanları bu yöntemi oldukça sıkıcı, zahmetli ve yer yer tehlikeli bulurlardı. Firmanın İngiliz ortağının köpek ısırıklarıyla kullanılamaz duruma gelmiş iki üç pantolonu vardı. Bizim içinse durum tam tersiydi. Hiç tanımadığım bir ülkenin hiç tanımadığım bölgelerini arabayla dolaşmak bütün gün ofisin 1 wattlık –elektrikten tasarruf etmek için mum kadar bile dibine ışık vermeyen düşük kalite led ampuller kullanmak zorundaydık- aydınlığında oturmaktan her anlamda daha cazipti. Hem yol boyunca Türkçe konuşabiliyordum.
Essex’e adım atana kadar İngilizce’ye hakim olduğunuzu sansanız da yanıldığınızı hemen anlıyordunuz. 7 yıllık lise yaşamınızda alnınızın teriyle sırılsıklam olmuş gramer kitabı sayfalarının hiçbir geçerliliği yoktu orada. Cockney aksanına alışmak düşündüğünüzden daha çok zaman alıyorduk. Sözcüklerin içerisindeki “T” harfinin okunmaması herhangi bir İngiliz’in en basit taleplerine dahi anlamsız bakışlarla karşılık vermeniz demekti. Water sözcüğünü “Uoğğıaa” şeklinde telaffuz ettiklerini belirtmek bile yeterli olabilir sanırım. Türk kebapçıların kısa ve genellikle formalite icabı icra ettikleri sohbetleri dışında düşünce ve hislerinizi Türkçe ifade edebileceğiniz bir mecra bulmanız zordu.
Akrabamın bu uzun araba gezilerinden keyif alma sebepleri daha farklıydı. İngiltere’deki otuz yedinci yılıydı ve düzenini her anlamda oturtmuştu. Londra’nın kuzeyindeki zengin banliyö bölgesi Hertfordshire’da sekiz yıl sonra mortgage borcu tamamen bitecek olan lüks bir malikanede eşi ve iki çocuğuyla birlikte yaşıyordu. 55 yaşındaydı fakat en fazla 40’larında gösterirdi. Hırslı ve her anlamda hareketli bir yapıya sahipti. Türkiye’nin 80 öncesi terör döneminde soluğu yurt dışında alan nesillerden birine ait olarak “kusursuz” olarak gördüğü bir başarı öyküsünün yazarıydı.
Söylediğine göre ülkeyi terk etmeye üniversitedeki en yakın arkadaşlarından birinin kampusun orta yerinde kurşunlanmasının hemen ardından karar vermişti. Nişanlısını ve ailesini arkada bırakmayı göze alacak kadar kararlıydı. Yepyeni bir ülkede, yepyeni insanlarla yepyeni bir hayata başlayacaktı. Hayali daha özgür, kendisini frenleyecek varlıklardan yoksun bir ülkede yaşama, kendine bu yeni ülkede yeni bir gelecek kurmaktı. Başardı da.
Özellikle büyükbabamın maddi ve manevi yardımlarıyla pek çok başka göçmen gibi oralarda tutunmayı, hırslarını nihayete erdirmeyi başarmış biri olarak geldi bu yaşına. Hareketsizliğe dayanamayan, sabahın beşinde spor yapmak için 35 kilometre ötedeki spor salonuna gidebilecek, üzerine uzmanlaştığı arazi komisyonculuğu uğruna sabahında gittiği Manchester’dan aynı günün akşamında dönebilecek enerjisi vardı. Etrafta dolanan nice modern insan maketinin üzerine et ve deri fırlatılmış haliydi kısacası.
Muhtelif kapıların altından broşür atmak, gereğinden fazla hızlı seyreden hayatının getirdiği kişisel buhranlarından uzaklaşmak için kullandığı bir nevi terapi yöntemiydi. Oradaki yaşamıma alışabilmem içinse elinden geleni yapıyordu. Aileme em maddi hem de manevi açıdan borçlu hissediyordu. Orada bulunma amacım onunkisine benzemese de nihai olarak yanında kalmam için her şeyi yapmaya hazırdı.
Konuşmalarımızın neredeyse tamamı bu konuya ayrılmıştı. İngiltere’ye ayak bastığında benimle aynı yaşta olduğundan, tıpkı benim gibi kendi ailesinin gözyaşlarına şahit olduğundan, orada beni çok daha iyi ve özgür bir hayatın beklediğinden bahsedip duruyordu. Aksi yöndeki görüşlerimin üzerinde etki yarattığı tek bir an dahi yok gibiydi. Çok inatçıydı ve beni er ye da geç ikna edeceğine dair en ufak bir şüphesi yoktu.
Tek sebep benim parlak istikbalim değildi elbet. Mutlu olduğunu söylemesine rağmen yalnız bir adamdı.
Kazanmış olduğu servete ve aileye rağmen ölümüne çalışıyordu ya da öyle görünmek istiyordu. Orta öğretim çağındaki çocukları kendi yaşam alanlarını çoktan oluşturmuş, iflah olmaz bir feminist güdüyle vaftiz edilmiş eşinin, annesinden alışık olduğu geleneksel sefarad ev kadını tipinin birebir antitezine dönüşmüştü.
İnsanlarla iyi geçindiği de söylenemezdi. Kendine yeni bir gelecek kurma hayaliyle adaya gelen diğer bir çok göçmenin yaşadığı zorluklarla karşılaşması, hırs duygusunun çoktan biçimlendirmiş olduğu karakterini büsbütün şekillendirmişti. Yokluk korkusunun getirdiği tasarruf kaygıları büyük bir servete kavuştuğu günden itibaren onu büsbütün cimri biri yapmıştı. Bu huyu yanındaki insanların kendisiyle birlikte olmaktan utanmalarına neden olacak kadar da rahatsız ediciydi üstelik. Bir keresinde Antalya Merkez’den Belek’e doğru giden ıssız yolda bir benzincide mola verdiklerinde, sıcağın kavurduğu bünyelerini biraz olsun serinletmek için kapağı ebedi esarete kilitlenmiş Algida dolabından dondurma almışlardı kendilerine. Benzinci bir dondurma karşılığında 3 YTL istemiş, akrabam olan kişi “Sana 1 yeter” diyerek önüne demir parayı bırakır bırakmaz ambalajından kurtardığı dondurmayı market sahibinin dumurla bezeli bakışlarının gölgesinde yemeye koyulmuştu. Arabada bekleyen arkadaşları marketten kendilerine doğru bu dünyadaki son 2 dakikasını yaşıyormuşçasına bir hızla dondurma yiyerek kaçan ve arkasında da acılı dükkan sahibini gördüklerinde kendilerini kolayca boşluğuna bırakabilecekleri bir uçurum aramışlardı etrafta. Sözün gene kısası, kendisi bazen sadece bir cimri olmanın da ötesine geçebiliyordu. Yıllarca süren mücadelenin kendisine kazandırdıkları kadar kendisinden götürdüklerinin de belirlediği bir sosyal yazgı çıkıyordu ortaya.
Durum böyle olunca tamamen geride bıraktığı kandan birinin yanında bulunmasından dolayı mutluydu. Benim planlarımsa farklıydı. Orada ölene kadar kalmaya, yeni bir hayat kurmaya falan niyetim yoktu. Zaman zaman insanı yıldırıp bezdirecek acılar da çektirse evimi seviyordum. Geride bıraktığım kadını da, ailemi de, dostlarımı da sonsuza kadar terk etmeye niyetim yoktu. İstemiyordum. İş hayatına umutsuzca uyumsuz bir yapım ve genetik üşengeçliğim nedeniyle bu dünyada yazarak yaşamımı idame ettirmeme olanak sağlayacak bir gelecek tasarlıyordum kendime safça. Üniversiteyi birincilikle bitirmek yurt dışında atılacak bir akademik kariyer hevesimi yaratıp beslemeye yetmişti. İngiltere’de yüksek lisans yapacağım okulun parasını da akrabamın ortak olduğu firmada çalışarak karşılayabilirdim. Şirketin Türkiye ile olan bağlantıları Türkçeye ve İngilizceye hakim bir eleman gereksinimini de doğurmuştu üstelik. Teoride kusursuz bir plandı. Herkes kazanacaktı.
Pratikteyse işler pek yolunda gitmiyordu. Firmanın içerisinde bulunduğu olanaksızlıkların bir getirisi-ya da ben böyle uyutuldum- olarak tek kuruş bile almıyordum. Tümüyle yabancısı olduğum bir kasabada yaşlı bir kadının evinin odasında kalıyordum ve hayat beklediğimden daha sıkıcıydı. Hafta sonlarımı dünyanın belki de en pahalı şehri olan Londra’da beş kuruşsuz sokaklarda dolanarak geçiriyordum. Olabildiğince özgürdüm fakat bu türden bir özgürlük için ödediğim bedelin doğru olup olmadığı kafamı kurcalıyordu sürekli.
Akrabama göre her şey olması gerektiği gibiydi. Bana lütufta bulunuluyordu. Kendisinin çok daha kötü şartlar altında yaşamış olduğundan bahsetmekten sıkılmıyordu. Ona akıl hocalığı yapacak biri de yoktu üstelik. Benim için bir rol modeli olduğundan emindi. Tek yapmam gereken adımlarını takip etmekti. Bu dönemlerde çekilen sıkıntılar bir doğum sancısından farksızdı. Sert, soğuk, şiddetliydi ama sonunda sonsuz mutluluğu vaat ediyordu. Türkiye’de kalmak beni sadece frenleyecekti. Ne zaman bir şeyler başardığımı hissetsem bu ülkenin kötü kaderi bazen bir cinayet, bazen bir bürokrat, bazen bir ahlaksızlık ye da sadece bir kadın suretinde karşıma çıkacaktı ona göre. Er ya da geç. Değişim sadece görüntüdeydi. Türkiye değişmeyecekti, bencil davranıp kendimi kurtarmam gerekti. “Burada öğrendiğim ilk şey herkesin kendisi için yaşadığı” diyordu. Bakış açısının özeti buydu. Geçmişe dair pişmanlık belirtilerinin yokluğu ve kusursuz bir meşruiyet…
Genel gurbetçi psikolojisinin etkisi yadsınamayacak kadar çoktu bu görüşte. Yurt dışındaki Türklerin sergilemekten çekinmediği türden bir yaklaşım. Kaçışlarını, göçüşlerini, ortadan yok oluşlarını hem kendilerine hem de başkalarına meşru kılmak için çoğu aynı şeyi yapardı. Geçmiş yaşamlarını kötüler, yeni bir hayat kurmalarına zorlanmış olduklarını söylerlerdi. Geride bıraktıkları coğrafyanın değiştiğini görmek onları rahatsız ederdi. Küreselleşmenin “özgür” dünyanın tümünü bir franchise standardında dönüştürdüğü gerçeği onlar için anlamsızdı. Yeni hayatlarında sahip oldukları ayrıcalıkların terk ettikleri evlerine kadar ulaşabileceğine inanmazlardı. Spor salonları, bayrak dikilse özerk cumhuriyet olacak büyüklükteki alışveriş merkezleri, kent keşmekeşinden uzak lüks banliyöler, konserler, partiler, Starbucks, Nobel ödülü, özgürlük, huzur… Hepsinin yeni dünyalarına has olduğunu düşünmek isterlerdi. Küreselleşme ve modernleşme motoru onların inançlarından ve yargılarından her zaman daha hızlı çalışırdı oysa.
Antep’in köyünden başka bir yer görmemiş olup soluğu İngiltere’de alan bir kebapçı Londra ile Gaziantep arasında direkt uçak seferlerinin başladığını sizden öğrendiğinde yüzünde beliren ifade sevinçten ziyade şaşkınlık olurdu. Akrabamın İngiliz ortağıyla yaşadığı tartışmalardan birinin sebebi de tam olarak buydu. Türk ortak, logolarındaki kadın figüründen rahatsızdı. Türkiye muhafazakar bir ülkeydi ve bir emlak acentesinin tabelasında alımlı bir kadının işveli gözlerini görmekten hoşlanmazdı kimse. Tartışmayı daha sonra bana aktaran İngiliz patron “Anlayamıyorum,” diyecekti. “Defalarca kez Türkiye’ye gittim, oradaki kadar açık giyinen kadınları ve müstehcen TV programlarını burada bile göremedim.”
En nihayetinde o gün “rol model”imle Tilbury sokaklarında müşteri ararken telefonum çaldı. Annemin ismi belirdi ekranda. Günde en az 3 kez arardı meraktan. Alışık olduğum görüşmelerden birini yapacağımı düşünerek “Şu an çalışıyorum, sonra konuşalım” cümlesini dudaklarımın arasında hazır tutarak açtım telefonu. “Alo” dahi demedi, tek söyleyebildiği “Hrant Dink’i öldürdüler” oldu. “Nasıl, nerede, kim, kimler?!” şeklindeki çaresiz merakın saçtığı soruların ardından kapattık.
Arabayı sola çekmesini istedim. Duygularımı dışarıya fazla belli etmemekle tanınmış olan ben o an kimseyi kandıramayacak durumda olduğumdan mıdır bilinmez, zamana biçtiği değeri dinlemekten gına gelen rol modelime herhangi bir ekstra çaba sarf etmeden istediğimi yaptırabildim. Korkutucu şaşkınlığını giderebilmek için elimden gelen tüm gayretle Hrant Dink’in kim olduğunu, yaşamına yönelik tehditlerin kaynaklarını hatta olası faillerin kimler olabileceğine dair tahminlerimi bile anlattım. Çılgına döndü fakat haklı çıktığını düşünmenin verdiği nispeti yansıtmaktan da çekinmiyordu. Şimdi görmüş müydüm değişen bir şey olmadığını? Hala dönmek istiyor muydum evime? Üstelik yazar olmak istiyordum utanmadan. Bir gün üzerime gazete örtülmüş şekilde kaldırımda boylu boyunca yatan ben olamaz mıydım? Şimdi onu daha iyi anlıyordum değil mi?
Yanıtım hayırdı. Türkiye’nin değiştiğini söylüyordum evet fakat bunu söylerken onun materyalist üstünlük iddialarına karşı savaşıyordum. Başka bir şeyle değil. Kapitalizm, tüketim toplumu mucize yaratırlardı. Hep böyle olmuştu. Siz farkına dahi varmadan birden bire gökyüzüne yükselen gökdelenler, borsa, büyük şirketler ve bir Batı sanayi mahallesinin yüzlerce sembolü çok kısa sürede yaratılabilirdi. Tüm bu somut anıtlara gıptayla bakıp medeniyet kulübüne girdiğimizi de düşünebilirdik. Yaptığımız da tam olarak buydu. Çok küçük bir azınlık dışında gerçek ölçütlerle kimse ilgilenmedi. Düşünce suçu, insan haklarına yönelik ihlaller, sansür ve baskı… Bunların tamamı yerli yerinde duruyordu. Hiçbir zaman inkar etmemiştim. Unutmuş muydum? Belki. Uyuşmuş muydum? Kesinlikle. Hepimiz uyuşmuştuk. Bu tür bir olayın bünyede yarattığı en büyük tahribatlardan biri de bünyeyi uyuşturucu sonrası çakılmaya benzer bir bunalımla baş başa bırakmasıydı. Şarkıdaki gibi elimizde altınlar tutardık. Avuçlarımızı öyle sıkı kapardık ki zamanla içindekileri göremiyor olurduk. Daha sonra eve gelirdik, sımsıkı tutmaktan terlemiş yumruğumuzu açtığımızda elimizden altın yerine kül ve kömür dökülürdü masaya.
Sonraki günlerim televizyon karşısında teselli olarak sahiplenebileceğim işaretler aramakla geçti. Cenazesine gelen binlerce farklı insan, beklediğimden daha hızlı ve sağduyulu bir tepki veren yüzlerce bilinç az da olsa rahatlattılar. Şimdiyse geriye dönüp bakma şansına sahibim, tam bir yıl sonra. Karartılan deliller, kollanan ahbaplar, gerçekleşmeyen adalet; yani mülkün temeli dediğimiz olgu. Ulus mülkünün temeli. Avrupa’nın “modern nedir hocam?” sorusuna bir zamanlar verdiği yanıt. Yanıtı onlardan bile daha iyi sahiplendik. Öyle net bir yanıttı ki bizim için artık soru sormayı da bıraktık.
Emre'nin bloguna comolok.co adresinden ulaşabilirsiniz. Tavsiye ederim, çok güzel yazılar gelecek.
Rol Modeli
Amerikalıların Kennedy ile başlayan ve artık klasikleşmiş bir sendromudur; “Neredeydin?” sorusu. Tamı tamına bir yıl dört gün evvel haberi aldığımda İngiltere’nin Essex kantonunun en yoksul kasabalarından biri olan Tilbury’de, bir s.u.v’nin yolcu koltuğundaydım. Arabayı aynı zamanda beni işe alan emlak acentesinin ortağı olan bir akrabam kullanıyordu. İngiltere’deki üçüncü ayımdı ve zamanımın çoğunu tıpkı o günkü gibi arabada geçiriyordum.
Görevimiz oldukça basitti. Tilbury gibi hava karardıktan sonra yabancıların girmeye korktuğu kasabaları sabahtan akşama kadar arşınlayıp önünde “satılık” ye da “kiralık” yazan tabelalar bulunduran evlerin kapılarının altından firmamızın broşürlerini atıyorduk. Broşürler firmanın adı, Google Images’dan araklanmış logosu, sloganı ve gerekli iletişim bilgileriyle doluydu. Evlerin çoğu çoktan rakip emlakçıların portföyüne dahil olmuştu. Gerilla taktiklerimizin birincil amacı da söz konusu evlerin sahiplerini, mülklerinin pazarlama işlerini firmamıza devretmeleri konusunda ikna etmekten ibaretti. Bir nevi korsanlık yani.
Çoğunlukla başarısız oluyorduk. Firma hem yeni kurulmuştu hem de bütçe açısından kıyas kabul etmeyecek derecede kısıtlı imkanlara sahipti. Rakip firmaların ilan verdiği gazetelerde reklamımızı yayımlatmak bir yana dursun, çoğunlukla faks makinesinin faturalarını dahi ödeyemediğimizden sokağın karşısındaki gazete bayiinden yararlanıyorduk. Reklam yapmanın en ucuz ve kolay yolu arabaya atlayıp kapı kapı dolaşmaktı. Ofisin diğer çalışanları bu yöntemi oldukça sıkıcı, zahmetli ve yer yer tehlikeli bulurlardı. Firmanın İngiliz ortağının köpek ısırıklarıyla kullanılamaz duruma gelmiş iki üç pantolonu vardı. Bizim içinse durum tam tersiydi. Hiç tanımadığım bir ülkenin hiç tanımadığım bölgelerini arabayla dolaşmak bütün gün ofisin 1 wattlık –elektrikten tasarruf etmek için mum kadar bile dibine ışık vermeyen düşük kalite led ampuller kullanmak zorundaydık- aydınlığında oturmaktan her anlamda daha cazipti. Hem yol boyunca Türkçe konuşabiliyordum.
Essex’e adım atana kadar İngilizce’ye hakim olduğunuzu sansanız da yanıldığınızı hemen anlıyordunuz. 7 yıllık lise yaşamınızda alnınızın teriyle sırılsıklam olmuş gramer kitabı sayfalarının hiçbir geçerliliği yoktu orada. Cockney aksanına alışmak düşündüğünüzden daha çok zaman alıyorduk. Sözcüklerin içerisindeki “T” harfinin okunmaması herhangi bir İngiliz’in en basit taleplerine dahi anlamsız bakışlarla karşılık vermeniz demekti. Water sözcüğünü “Uoğğıaa” şeklinde telaffuz ettiklerini belirtmek bile yeterli olabilir sanırım. Türk kebapçıların kısa ve genellikle formalite icabı icra ettikleri sohbetleri dışında düşünce ve hislerinizi Türkçe ifade edebileceğiniz bir mecra bulmanız zordu.
Akrabamın bu uzun araba gezilerinden keyif alma sebepleri daha farklıydı. İngiltere’deki otuz yedinci yılıydı ve düzenini her anlamda oturtmuştu. Londra’nın kuzeyindeki zengin banliyö bölgesi Hertfordshire’da sekiz yıl sonra mortgage borcu tamamen bitecek olan lüks bir malikanede eşi ve iki çocuğuyla birlikte yaşıyordu. 55 yaşındaydı fakat en fazla 40’larında gösterirdi. Hırslı ve her anlamda hareketli bir yapıya sahipti. Türkiye’nin 80 öncesi terör döneminde soluğu yurt dışında alan nesillerden birine ait olarak “kusursuz” olarak gördüğü bir başarı öyküsünün yazarıydı.
Söylediğine göre ülkeyi terk etmeye üniversitedeki en yakın arkadaşlarından birinin kampusun orta yerinde kurşunlanmasının hemen ardından karar vermişti. Nişanlısını ve ailesini arkada bırakmayı göze alacak kadar kararlıydı. Yepyeni bir ülkede, yepyeni insanlarla yepyeni bir hayata başlayacaktı. Hayali daha özgür, kendisini frenleyecek varlıklardan yoksun bir ülkede yaşama, kendine bu yeni ülkede yeni bir gelecek kurmaktı. Başardı da.
Özellikle büyükbabamın maddi ve manevi yardımlarıyla pek çok başka göçmen gibi oralarda tutunmayı, hırslarını nihayete erdirmeyi başarmış biri olarak geldi bu yaşına. Hareketsizliğe dayanamayan, sabahın beşinde spor yapmak için 35 kilometre ötedeki spor salonuna gidebilecek, üzerine uzmanlaştığı arazi komisyonculuğu uğruna sabahında gittiği Manchester’dan aynı günün akşamında dönebilecek enerjisi vardı. Etrafta dolanan nice modern insan maketinin üzerine et ve deri fırlatılmış haliydi kısacası.
Muhtelif kapıların altından broşür atmak, gereğinden fazla hızlı seyreden hayatının getirdiği kişisel buhranlarından uzaklaşmak için kullandığı bir nevi terapi yöntemiydi. Oradaki yaşamıma alışabilmem içinse elinden geleni yapıyordu. Aileme em maddi hem de manevi açıdan borçlu hissediyordu. Orada bulunma amacım onunkisine benzemese de nihai olarak yanında kalmam için her şeyi yapmaya hazırdı.
Konuşmalarımızın neredeyse tamamı bu konuya ayrılmıştı. İngiltere’ye ayak bastığında benimle aynı yaşta olduğundan, tıpkı benim gibi kendi ailesinin gözyaşlarına şahit olduğundan, orada beni çok daha iyi ve özgür bir hayatın beklediğinden bahsedip duruyordu. Aksi yöndeki görüşlerimin üzerinde etki yarattığı tek bir an dahi yok gibiydi. Çok inatçıydı ve beni er ye da geç ikna edeceğine dair en ufak bir şüphesi yoktu.
Tek sebep benim parlak istikbalim değildi elbet. Mutlu olduğunu söylemesine rağmen yalnız bir adamdı.
Kazanmış olduğu servete ve aileye rağmen ölümüne çalışıyordu ya da öyle görünmek istiyordu. Orta öğretim çağındaki çocukları kendi yaşam alanlarını çoktan oluşturmuş, iflah olmaz bir feminist güdüyle vaftiz edilmiş eşinin, annesinden alışık olduğu geleneksel sefarad ev kadını tipinin birebir antitezine dönüşmüştü.
İnsanlarla iyi geçindiği de söylenemezdi. Kendine yeni bir gelecek kurma hayaliyle adaya gelen diğer bir çok göçmenin yaşadığı zorluklarla karşılaşması, hırs duygusunun çoktan biçimlendirmiş olduğu karakterini büsbütün şekillendirmişti. Yokluk korkusunun getirdiği tasarruf kaygıları büyük bir servete kavuştuğu günden itibaren onu büsbütün cimri biri yapmıştı. Bu huyu yanındaki insanların kendisiyle birlikte olmaktan utanmalarına neden olacak kadar da rahatsız ediciydi üstelik. Bir keresinde Antalya Merkez’den Belek’e doğru giden ıssız yolda bir benzincide mola verdiklerinde, sıcağın kavurduğu bünyelerini biraz olsun serinletmek için kapağı ebedi esarete kilitlenmiş Algida dolabından dondurma almışlardı kendilerine. Benzinci bir dondurma karşılığında 3 YTL istemiş, akrabam olan kişi “Sana 1 yeter” diyerek önüne demir parayı bırakır bırakmaz ambalajından kurtardığı dondurmayı market sahibinin dumurla bezeli bakışlarının gölgesinde yemeye koyulmuştu. Arabada bekleyen arkadaşları marketten kendilerine doğru bu dünyadaki son 2 dakikasını yaşıyormuşçasına bir hızla dondurma yiyerek kaçan ve arkasında da acılı dükkan sahibini gördüklerinde kendilerini kolayca boşluğuna bırakabilecekleri bir uçurum aramışlardı etrafta. Sözün gene kısası, kendisi bazen sadece bir cimri olmanın da ötesine geçebiliyordu. Yıllarca süren mücadelenin kendisine kazandırdıkları kadar kendisinden götürdüklerinin de belirlediği bir sosyal yazgı çıkıyordu ortaya.
Durum böyle olunca tamamen geride bıraktığı kandan birinin yanında bulunmasından dolayı mutluydu. Benim planlarımsa farklıydı. Orada ölene kadar kalmaya, yeni bir hayat kurmaya falan niyetim yoktu. Zaman zaman insanı yıldırıp bezdirecek acılar da çektirse evimi seviyordum. Geride bıraktığım kadını da, ailemi de, dostlarımı da sonsuza kadar terk etmeye niyetim yoktu. İstemiyordum. İş hayatına umutsuzca uyumsuz bir yapım ve genetik üşengeçliğim nedeniyle bu dünyada yazarak yaşamımı idame ettirmeme olanak sağlayacak bir gelecek tasarlıyordum kendime safça. Üniversiteyi birincilikle bitirmek yurt dışında atılacak bir akademik kariyer hevesimi yaratıp beslemeye yetmişti. İngiltere’de yüksek lisans yapacağım okulun parasını da akrabamın ortak olduğu firmada çalışarak karşılayabilirdim. Şirketin Türkiye ile olan bağlantıları Türkçeye ve İngilizceye hakim bir eleman gereksinimini de doğurmuştu üstelik. Teoride kusursuz bir plandı. Herkes kazanacaktı.
Pratikteyse işler pek yolunda gitmiyordu. Firmanın içerisinde bulunduğu olanaksızlıkların bir getirisi-ya da ben böyle uyutuldum- olarak tek kuruş bile almıyordum. Tümüyle yabancısı olduğum bir kasabada yaşlı bir kadının evinin odasında kalıyordum ve hayat beklediğimden daha sıkıcıydı. Hafta sonlarımı dünyanın belki de en pahalı şehri olan Londra’da beş kuruşsuz sokaklarda dolanarak geçiriyordum. Olabildiğince özgürdüm fakat bu türden bir özgürlük için ödediğim bedelin doğru olup olmadığı kafamı kurcalıyordu sürekli.
Akrabama göre her şey olması gerektiği gibiydi. Bana lütufta bulunuluyordu. Kendisinin çok daha kötü şartlar altında yaşamış olduğundan bahsetmekten sıkılmıyordu. Ona akıl hocalığı yapacak biri de yoktu üstelik. Benim için bir rol modeli olduğundan emindi. Tek yapmam gereken adımlarını takip etmekti. Bu dönemlerde çekilen sıkıntılar bir doğum sancısından farksızdı. Sert, soğuk, şiddetliydi ama sonunda sonsuz mutluluğu vaat ediyordu. Türkiye’de kalmak beni sadece frenleyecekti. Ne zaman bir şeyler başardığımı hissetsem bu ülkenin kötü kaderi bazen bir cinayet, bazen bir bürokrat, bazen bir ahlaksızlık ye da sadece bir kadın suretinde karşıma çıkacaktı ona göre. Er ya da geç. Değişim sadece görüntüdeydi. Türkiye değişmeyecekti, bencil davranıp kendimi kurtarmam gerekti. “Burada öğrendiğim ilk şey herkesin kendisi için yaşadığı” diyordu. Bakış açısının özeti buydu. Geçmişe dair pişmanlık belirtilerinin yokluğu ve kusursuz bir meşruiyet…
Genel gurbetçi psikolojisinin etkisi yadsınamayacak kadar çoktu bu görüşte. Yurt dışındaki Türklerin sergilemekten çekinmediği türden bir yaklaşım. Kaçışlarını, göçüşlerini, ortadan yok oluşlarını hem kendilerine hem de başkalarına meşru kılmak için çoğu aynı şeyi yapardı. Geçmiş yaşamlarını kötüler, yeni bir hayat kurmalarına zorlanmış olduklarını söylerlerdi. Geride bıraktıkları coğrafyanın değiştiğini görmek onları rahatsız ederdi. Küreselleşmenin “özgür” dünyanın tümünü bir franchise standardında dönüştürdüğü gerçeği onlar için anlamsızdı. Yeni hayatlarında sahip oldukları ayrıcalıkların terk ettikleri evlerine kadar ulaşabileceğine inanmazlardı. Spor salonları, bayrak dikilse özerk cumhuriyet olacak büyüklükteki alışveriş merkezleri, kent keşmekeşinden uzak lüks banliyöler, konserler, partiler, Starbucks, Nobel ödülü, özgürlük, huzur… Hepsinin yeni dünyalarına has olduğunu düşünmek isterlerdi. Küreselleşme ve modernleşme motoru onların inançlarından ve yargılarından her zaman daha hızlı çalışırdı oysa.
Antep’in köyünden başka bir yer görmemiş olup soluğu İngiltere’de alan bir kebapçı Londra ile Gaziantep arasında direkt uçak seferlerinin başladığını sizden öğrendiğinde yüzünde beliren ifade sevinçten ziyade şaşkınlık olurdu. Akrabamın İngiliz ortağıyla yaşadığı tartışmalardan birinin sebebi de tam olarak buydu. Türk ortak, logolarındaki kadın figüründen rahatsızdı. Türkiye muhafazakar bir ülkeydi ve bir emlak acentesinin tabelasında alımlı bir kadının işveli gözlerini görmekten hoşlanmazdı kimse. Tartışmayı daha sonra bana aktaran İngiliz patron “Anlayamıyorum,” diyecekti. “Defalarca kez Türkiye’ye gittim, oradaki kadar açık giyinen kadınları ve müstehcen TV programlarını burada bile göremedim.”
En nihayetinde o gün “rol model”imle Tilbury sokaklarında müşteri ararken telefonum çaldı. Annemin ismi belirdi ekranda. Günde en az 3 kez arardı meraktan. Alışık olduğum görüşmelerden birini yapacağımı düşünerek “Şu an çalışıyorum, sonra konuşalım” cümlesini dudaklarımın arasında hazır tutarak açtım telefonu. “Alo” dahi demedi, tek söyleyebildiği “Hrant Dink’i öldürdüler” oldu. “Nasıl, nerede, kim, kimler?!” şeklindeki çaresiz merakın saçtığı soruların ardından kapattık.
Arabayı sola çekmesini istedim. Duygularımı dışarıya fazla belli etmemekle tanınmış olan ben o an kimseyi kandıramayacak durumda olduğumdan mıdır bilinmez, zamana biçtiği değeri dinlemekten gına gelen rol modelime herhangi bir ekstra çaba sarf etmeden istediğimi yaptırabildim. Korkutucu şaşkınlığını giderebilmek için elimden gelen tüm gayretle Hrant Dink’in kim olduğunu, yaşamına yönelik tehditlerin kaynaklarını hatta olası faillerin kimler olabileceğine dair tahminlerimi bile anlattım. Çılgına döndü fakat haklı çıktığını düşünmenin verdiği nispeti yansıtmaktan da çekinmiyordu. Şimdi görmüş müydüm değişen bir şey olmadığını? Hala dönmek istiyor muydum evime? Üstelik yazar olmak istiyordum utanmadan. Bir gün üzerime gazete örtülmüş şekilde kaldırımda boylu boyunca yatan ben olamaz mıydım? Şimdi onu daha iyi anlıyordum değil mi?
Yanıtım hayırdı. Türkiye’nin değiştiğini söylüyordum evet fakat bunu söylerken onun materyalist üstünlük iddialarına karşı savaşıyordum. Başka bir şeyle değil. Kapitalizm, tüketim toplumu mucize yaratırlardı. Hep böyle olmuştu. Siz farkına dahi varmadan birden bire gökyüzüne yükselen gökdelenler, borsa, büyük şirketler ve bir Batı sanayi mahallesinin yüzlerce sembolü çok kısa sürede yaratılabilirdi. Tüm bu somut anıtlara gıptayla bakıp medeniyet kulübüne girdiğimizi de düşünebilirdik. Yaptığımız da tam olarak buydu. Çok küçük bir azınlık dışında gerçek ölçütlerle kimse ilgilenmedi. Düşünce suçu, insan haklarına yönelik ihlaller, sansür ve baskı… Bunların tamamı yerli yerinde duruyordu. Hiçbir zaman inkar etmemiştim. Unutmuş muydum? Belki. Uyuşmuş muydum? Kesinlikle. Hepimiz uyuşmuştuk. Bu tür bir olayın bünyede yarattığı en büyük tahribatlardan biri de bünyeyi uyuşturucu sonrası çakılmaya benzer bir bunalımla baş başa bırakmasıydı. Şarkıdaki gibi elimizde altınlar tutardık. Avuçlarımızı öyle sıkı kapardık ki zamanla içindekileri göremiyor olurduk. Daha sonra eve gelirdik, sımsıkı tutmaktan terlemiş yumruğumuzu açtığımızda elimizden altın yerine kül ve kömür dökülürdü masaya.
Sonraki günlerim televizyon karşısında teselli olarak sahiplenebileceğim işaretler aramakla geçti. Cenazesine gelen binlerce farklı insan, beklediğimden daha hızlı ve sağduyulu bir tepki veren yüzlerce bilinç az da olsa rahatlattılar. Şimdiyse geriye dönüp bakma şansına sahibim, tam bir yıl sonra. Karartılan deliller, kollanan ahbaplar, gerçekleşmeyen adalet; yani mülkün temeli dediğimiz olgu. Ulus mülkünün temeli. Avrupa’nın “modern nedir hocam?” sorusuna bir zamanlar verdiği yanıt. Yanıtı onlardan bile daha iyi sahiplendik. Öyle net bir yanıttı ki bizim için artık soru sormayı da bıraktık.
8 Ocak 2014 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)